Koleksiyoncu Değilim

Birçok kişi, hatta resim, müzayede evi ve galeri sahibi, benim resim koleksiyoncusu olduğumu sanıyor. Ben, hiçbir zaman resim koleksiyoncusu olmadım, olmayı düşünmedim, kaldı ki öyle bir olanağım da olmamıştır.[1] Oysa yıllar önce Somut dergisinde, sevgili dostum Semih Balcıoğlu’nun, bende üç bini aşkın resim, yani desen, suluboya, guaj, gravür ve yağlıboya bulunduğunu yazdığı da bir gerçektir. Böyle olunca, öncelikle bu çelişkiyi açıklamam gerekecektir.

(Bazı kişilerin kafasında oluşan bu yapay çelişkiyi çözümlemek için yine benimle ilişkili politik bir açıklama yapmam faydalı olacaktır. 70 yıldır Komünist Partisi üyesi olduğum herkesçe bilinmektedir. İşte resim koleksiyoncusu olmam ile Komünist olmam arasındaki görünürdeki çelişkiyi bu yönde çözmek bana gerçekçi göründü. 1960’lı yıllarda Adana’da iki önemli kitapçı vardı: Sadık Aldatmaz ve Vakkas Aldanmaz. İkisi de yıllar boyunca, el altından, o dönemde Komünist sanılan kitaplar satarlardı. Polis ise ticaretlerine mani olmaz, sadece bu kitapları satın alanların listelerini almakla yetinirdi. Bu müşterilerden birisi de, sonradan hayat arkadaşım olan Bedia Behlil idi. Yıllar geçti, 1960’lı yıllarda Mehmet Ali Aybar’ın yönettiği Türkiye İşçi Partisi kuruldu, ateşli Parti yöneticilerinden birisi de Vakkas Aldanmaz oldu. Aybar ile birlikte ilk Diyarbakır’a gittiğimizde otomobilde Vakkas da vardı, şoföre “direksiyon işçisi” diye hitap ederdi. Bu yolculukta çarpıcı bir formül kullandı: “Ben sonradan olma, kitaptan dolma sosyalist değilim, anadan doğma sosyalistim.” Sonradan bu formül “dogmatik sosyalist”e dönüştü. Şaka bir tarafa, Türkiye’de “kitaptan dolma”, yani Marksist-Leninist teoriyi hakkıyla bilen değil, az çok bilenlerin dahi yok derecede az olduğunu çok sonra öğrenecektim.

Yüzbaşı Abdülkadir, yani yazar ismi ile Vedat Türkali, koca bir kitabında 40’lı yıllardaki gençliğin nasıl gizli Komünist Partisini arayıp bulamadığını, hatta sonunda örgüt kurmaya kalkıştıklarını uzun uzun anlatır. Oysa ben hiçbir zaman Komünist Partisi aramak zorunda kalmadım, çünkü ailece Parti’nin içindeydim. Parti’nin bütün yayınlarını ve hatta Marksizmin, Leninizmin ve de Sovyetler Birliği’nin kuruluşuna dair bütün kitaplar, doktor Şefik Hüsnü’nün Aydınlık yayınları evimizde bulunuyordu. Parti’nin ilk ideoloğu, üniversitede Pedagoji Enstitüsü Başkanı Prof. Sadrettin Celal Antel ve küçük kardeşi ilk tangocu Necip Celal Boğaziçi’nde kapı komşumuzdu. O kadar ki 1936 yılında John Reed’in, Lenin’in önsözünü yazdığı Dünyayı Sarsan On Gün kitabının çevirisi bana yaptırılmıştı, ancak aynı yıl Moskova’da ünlü Zinovyev ve Kamanev davası başlamıştı. Az sonra, dava zabıtlarının Moskova baskısı da eve geldi, artık çevirimin basılmasına olanak kalmamıştı.)

 

   

 

Yeniköy’deki evimizin duvarlarında, büyük dedem Abidin Paşa’nın Pavli Cagliari tarafından yapılmış portresi, Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü Namık İsmail’in birçok tablosu ve diğer bazı resimleri bulunuyordu. Küçük amcam mühendis Sedat Nuri, büyük dayım Ali Dino ve dostları karikatürist Sedat Simavi, Kalem, Cem ve diğer dergilerde karikatürler yayınlıyorlardı; en yakın dostları ise Türkiye Sosyalist İşçi ve Çiftçi Partisi Genel Başkanı Namık İsmail’den başkası değildi. Yatak odamda ise nevresime sarılmış Namık İsmail’in büyük boy çıplak kadın tabloları gizlenmiş durumdaydı. Ne yazıktır ki, az sonra annem “Sedat, bu çıplak resimleri çocuğun odasından al, işyerine götür” ricasında bulundu, o resimler böylece kayboldu. Sade onlar değil, büyük amcam mimar Vedat Tek Paris Resim Akademisi’nden mezundu; dayılarım Arif, Ahmet ve Abidin de resim yapıyorlardı. Böylece, dolaplar dolusu resimleri olan bir evde büyüdüm. Resim koleksiyonu diye bir kavramla ilişkim olmadı, sadece ressamlar tanıdım. Şunu da ekleyeyim, Osman Hamdi Bey yakın dostumuz Ekrem ve Cemal Reşit’in büyük dayıları idi. Büyük amcam Prof. Yusuf Razı Bey’in resim hocası ise Süleyman Seyyit Bey idi ve kendisinde onun desenlerini kapsayan bir defter de bulunuyordu. Amcam “Ben ölünce senin olsun” dediyse de, ölünce kızı tarafından defterin önemi anlaşılmamış ve lüzumsuz kağıtlarla atılmış olacak. Evet, ressamlarla, dayılarımın arkadaşlarıyla, hatta benim okul arkadaşım Avni Arbaş ve diğerleriyle çok yakınlığım olmuştu. Sonra anlatacağım birçok resim bizim eve getirilip terk edilmiştir, geri alınmıştır; sevdiğimiz insanlara da, örneğin düğünlerde rahatlıkla Namık İsmail’ler, Fikret Mualla’lar, Selim Turan’lar hediye etmişimdir.

Bence bu anlattıklarım resim koleksiyoncusu kavramı ile özdeş değildir. Bazı günler olmuştur ki; Fikret Mualla’nın harika suluboyalarından kırk beş tanesi uzun zaman çekmecelerimde yer almıştır. Dayım Abidin’in vefatından birkaç ay önce, bendeki Abidin’leri beraberce saymaya kalkıştık; yedi yüzü aşkın eser çıktı ve bu arada imzasız olan yüzden fazla resmini imzaladı, bunların arasında bir soyut (abstrait) yağlıboyasına 1930 tarihini ekleyip “Benim ilk yaptığım abstrait resimdir” diye bilgi verdi. Daha önce, tahta üzerine yaptığı bir yağlıboya Boğaz manzarasının arkasına da imzasını ve 1929 tarihini atarak bir soru işareti ekledi. Kaldı ki, 1934 yılında Leningrad’a, sinemacılık öğrenmek için Atatürk tarafından gönderilmeden önce yaptığı resimlerin yüzde doksanı halen bendedir. Kendisi yıllar sonra yazdığı iki mektupta bunlardan altmış tanesinin “Rasih Nuri İleri Koleksiyonu” kaydı ile retrospektif kitabında yayınlanmasını benden istemiştir. Bu ayrı bir konudur, Abidin Dino kitabımda yerini alacaktır. Aynı şekilde amcam Sedat Nuri, Paris’e son gidişinden önce bana bizde olan eserleri dışında iki yüzden fazla yapıtını hediye etmişti.

 

 

 Arif Dino

 

Büyük dayım Arif Dino’ya gelince, 1957’de vefat etmeden önce yazdığı vasiyetnamede bütün varlığını bana hibe etmişti. Arif’in hayattaki kardeşlerinin ve yeğeninin kabulü üzerine Arif’in tek varisi ben oldum. Bana eskiden vermiş bulunduğu resimler haricinde, kütüphanesindeki kitaplarının sayfaları arasına gizlediği yedi yüzü aşkın eseri ve de iki Çallı İbrahim, iki Ali Avni Çelebi, otuza yakın Bedri Rahmi, üç yüze yakın Ali Dino, ona yakın Yunan gravürcüsü Galanis ve Rikkat Kunt’un tezhib defterini, yaprak üzerine çizilmiş hatlarını, çiçek resimli alaturka müzik kitabını ve diğer kitaplarını ve heykellerini bana bıraktı. Tarihi el yazmalarının kopyalarını Süleymaniye Müzesi’ne ve İstanbul Belediyesi’ne bağlı İSMEK kuruluşuna hediye ettim. Aynı şekilde, dedem Abidin Paşa’ya ait XVI. yüzyıldan kalma el yazması Mesnevilerin kopyası da Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir.

Doksanıncı yıldönümümde Londra Oteli’nde sayın arkeolog İlmiye Hanımefendi ve İsmet Kür ile yapılan röportajda belirttiğim gibi, kütüphanemi, resim ve hatlarımı yıllar önce Türkiye İşçi Partisi’ne hibe ettiğimi belirttim. Ne yazık ki, 12 Mart darbesinde İşçi Partisi arşivi darbeciler tarafından yok edildi. İkinci vasiyetnamemde ise aynı hibeyi DİSK Sendika Konfederasyonu lehine tanzim ettim, bu kez 12 Eylül 1980 darbesiyle DİSK arşivi de SEKA’da imha edildi. Çocuklarımla niyetim, gücüm yeterse bir Rasih Nuri İleri Sanat ve Kültür Vakfı kurup hepsini orada yaşatmaktır. Bu amaçla bir sponsor ve de Türkiye Cumhuriyeti’nin bir müessesesinin desteğini sağlayabilirsek çok mutlu olurduk.

2005 yılında Eczacıbaşı’ların İstanbul Modern Müzesi’nde sergiledikleri Fikret Mualla koleksiyonunda, bendeki Fikret Mualla’ların büyük bir kısmı yer alıyordu. Bilmem nedense, daha önce ağabeyim, dostum Taha Toros’un Akbank yayınlarından yayınladığı Fikret Mualla kitabında bulunan Mualla’nın Abidin Dino’ya yazdığı ilginç mektup ve mektubun çerçevesindeki muhteşem suluboya sergide yer almamaktaydı.  Galeri Nev de, aynı eseri sergiye katmadı.

İstanbul Modern’deki Mualla sergisinin son günlerinde bir söyleşi yaptım, doğru hatırlıyorsam eski dostum Hıfzı Topuz da benden sonra konuşmuştu. Sergide Hıfzı Topuz’un koleksiyonunda yer alan, kendisine düğün hediyesi olarak vermiş olduğum Mualla’nın yağlıboya “nü”sü de vardı. Bu arada dostum doktor Safder Tarım ve eski Mina Urgan koleksiyonunda bulunan tanıdık resimler de vardı. Onlardan bahsederken Hıfzı Topuz bu söylediğimi doğruladı. Sonradan yaptığı bir televizyon konuşmasında,  o eserin kıymetini bilmediğimden dolayı kendisine verdiğimi söylediğini duydum. Ben konuşmayı şahsen izlemedim. Şayet öyle bir şey söylediyse okkalı bir yanlışlık yaptığı apaçık. Konuşmasında hediyeyi verirken Mualla’nın değerini bilmediğimi değil de Hıfzı’nın dostluğunun değerini abarttığımı söylemesi gerekmez miydi! Kaldı ki, Hıfzı’ya nişan hediyesi olarak da bir Bedri Rahmi yağlıboyası vermiştim, o yağlıboyanın öyküsü de ilginç: 1930’lu yıllarda Bedroş, doğru hatırlıyorsam, o resmi 100 liraya sergilemişti, ben ise Eyüp Reşadiye Ortaokulu’nda öğretmenlik yapıyordum ve 100 liradan az maaş aldığım gibi, o parayla baba evimin bakımına katkıda bulunuyordum. Bedroş’a “Ayda 5’er lira ödeyip resmi almak istiyorum” dedim ve 5’er lirayı aydan aya ödedim.  Hıfzı ile Nezihe’ye nişanlanırken verdiğim resim o resimdi. Mualla’ya gelince, onu düğün hediyesi olarak verdim. Eğer Hıfzı böyle bir konuşma yaptıysa, bendeki el yazısı ile onun bir tekzibi bulunmaktadır. Fransa’da yayınladığı Caricature et Société kitabına yazdığı ithafta aynen şöyle yazmıştı: “Sevgili Raso’ya, Bedia’ya ve Suphi’ye. Rasih, ilk resim eleştirimi 1945’te senin zorunla yazmıştım, anımsıyor musun? (Hıfzı Topuz, 26 Mayıs 1975)” O öykü başka bir öykü...

İstanbul Modern’de yaptığım konuşma çalkantı yaratmıştı. Mualla’nın “nü”lerinden ve evimdeki diğer resimlerden bahsederken sergide yer alan iki nü ile bir yağlıboya manzarasını, tanımadığım birinin Kamondo Hanı’ndaki stüdyomun açık kapısından içeri bırakıp gittiğini söyledim. Aynı şekilde Leopold Levy’nin bir gün bize geldiğinde kapı arkasına imzalı bir yağlıboya bıraktığını, yine başka birisinin kapı arkasına dört Nazmi Ziya yağlıboyasını koyduğunu söylediğimde genç dinleyiciler bir hayli heyecanlandılar: Acaba ne yapsak da bizim başımıza da böyle şeyler gelse diye. Bu konuşmamdan sonra Nazmi Ziya’nın yeğeni, dostum Faris Erkman’ın oğlu Ferit Erkman konuyu çözüverdi. Nazmi Ziya’nın yeğeni, aile dostumuz Uzun Rasih (Güran), Nazmi Ziya’nın ölümünden sonra onları habersizce bize bırakmış, babasına da aynı oyunu oynamış. Bugün Galeri Nev’de sergilenen Faris’in işçi, köylü resmi de Rasih Güran tarafından 1962 yılında düzenlediğim Türkiye İşçi Partisi ilk resim sergisine hediye edilmişti, ben de o sergiden resmi satın almıştım. Kaldı ki, TİP sergi davetiyesinin üstündeki Fikret Mualla’nın Neyzen Tevfik portresini de daha birçok resimle birlikte aynı sergiye ben hediye etmiştim.

Bunun dışında, Abidin Dino’nun Ara Güler ile beraber hazırladığı Fikret Mualla kitabında Rasih İleri Koleksiyonu’ndan diye geçen Fikret Mualla ve ayrıca Osman Hamdi, Tristan Tzara ve daha birçok önemli eseri de Abidin bana hediye etmişti. En son, Abidin’in dörde katlanmış bir şekilde bir zarfa koyup Paris’ten postaladığı ve İstanbul Modern’deki sergide yer alan Fikret Mualla’yı unutmamak gerekir. Aynı şekilde, anneannemin kardeşi Cevat Bey, ölmeden önce, ünlü Hollandalı ressam Van Santen’in altı eserini ve de 1930 yılında Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın imzaladığı ve Yarın gazetesinde yayınlanan Abidin Dino’nun desenini de bana verdi; kaldı ki, daha önce o desen yıllarca bende bulunuyordu. Dayım Ahmet Dino ise, bana Paris’te yaptığı “nü”lerle, ölmeden evvel evimizde çizdiği suluboyaları bırakmıştı. Ayrıca Ahmet dayım Remide ile evlenince, Fikret Adil Koleksiyonu’ndan gelen ve Nev sergisinde yer alan Nejat Devrim ve Zühtü Müridoğlu’nun resimleriyle Beyoğlu’nda bir mobilyacının bodrumunda bulduğu ve 1950’li yıllarda 5 liraya satın aldığı, İstanbul Modern’de ve Nev’de sergilenen Fikret Mualla’nın kırmızı yalısını da bana hediye etmişti. Şeyh Şamil’in ve Hakkâk Zade’nin oğlu ünlü Osman Bey’in torunu Muammer Hasağası, kendi yaptığı resimler haricinde ev hediyesi olarak dedesi Hakkâk Zade’nin iki hattını ve Hafız Osman’ın şahane bir karalamasını bana hediye ettiği gibi, Mualla Eyüboğlu ile karşılıklı olarak birbirimize verdiğimiz-sattığımız resimler de vardır. Sadrazam Küçük Sait Paşa’nın oğlu Büyükelçi Kemal Said’in hediye ettiği iki hat, teyzem Sahip Mollazade Pirioğlu ve Evrenos soyundan Sare Hanımefendi’nin verdiği gravürler ve hatlar, Halid Ziya Bey’in kızı Bihin Teyzenin hediyeleri de unutulmamalı. Ben ise kendisine çok sevdiğim bir Selim vermiştim, öldüğünde hizmetkarları tarafından diğer bazı eşyaları ile birlikte çalındı.

Aynı şekilde, Fethi Okyar’lara, Ulagay’lara ve düğünlerde birçok kişiye hediye ettiğim resimlerin dökümü sayfalar tutar. Bunların arasında, bizi ailece Kıbrıs’a davet eden eniştem Sayın Ataçeri’ye verdiğim iki Selim Turan, sevgili karım Bedia’nın kulak ameliyatını yapan dostum Prof. Muzaffer Öktem’e verdiğim Abidin Dino’nun yağlıboyası, avukat Nebil Varuy’a ve başkalarına verdiğim hediyelerin listesi uzun,  bazıları ise bir ödeme niteliği taşır. Son bir örnekle bu konuyu kapatayım: Büyük amcam mimar Vedat Tek’in torunu Nermin’e ilk evliliğinde bir yağlıboya hediye etmişim, elli yıl sonra yakın bir akrabamıza “Rasih bana bir yağlıboya hediye etmişti, üstünde Namık diye bir imza var, acaba tanınmış bir ressam mıdır?” diye sorduğunda olayı hatırladım. Demek ki, Nermin’ciğim Namık İsmail diye bir ressam tanımıyormuş. Kaldı ki, benden ısrarla resim isteyen ve alanların bazıları yıllar sonra bunu tamamen unuttukları gibi, ne yazıktır ki bazıları o resimleri kaybetmişler, kendilerinde olmadığını bana söylemişlerdir. Ayrıca, bol miktarda da değiş tokuşlar olmuştur; örneğin, amcam Celal Nuri’nin torunu, son kocası Settar İksel’den kalan ve bir benzeri Ayasofya Müzesi’nde bulunan şahane bir “hat”ı, Abidin’in bir deseni karşılığı benimle değiş tokuş etmişti. Nasıl ki, Abidin’in Balıkesir’deki görevinden (o dönemde devlet bazı ressamları resim yapmaları için çeşitli şehirlere gönderirdi) kalan bir yağlıboyayı sınıf arkadaşımın yeğeni Yaşhi Baraz’ın “Bu Abidin’in değil” demesi üzerine, kendisine, Abidin’e geldiğinde imzalatıp Maçka Mezat Galerisi’nde sattığımda, resmin bedeli karşılığında aynı müzayedede birbirinden önemli dört “hat” ile değiştirmem benim için unutulmaz bir hatıradır. Sadece bu dört “hat”tın hattatlarını zikrederek konuyu kapatayım: Melekpaşazade Ali Haydar, Mehmet Tevfik, Kazasker İzzet ve Mustafa Rakım. Hayatta böyle düşeşler de olabiliyormuş demek ki.   

Bu arada kaybolanlar ve gidip gelenler çokça olduğu gibi, nasıl gittiklerini ve geldiklerini bilmediğim birçok resim de var diye söylersem gerçekten uzaklaşmış olmam herhalde; ayrıca Dağhan Özil ile değiştirdiğim resimler de cabası. Dağhan’ın bir resme müşteri bulunca onu sahibinden satın almaktansa çoğu kez kendisinde bulunan daha kıymetli bir resim ile değiştirerek nakit para sağlamayı tercih ettiğini yakınları bilirler. Nev’de sergilediğim Hakkı Anlı bu tür resimlerden bir tanesidir.

Abidin ile çocuk yaşta iken yaptığımız bir tartışmayı ve anlaşmayı açıklamanın zamanı geldi: Abidin “Bir İngilize göstereceğim” bahanesiyle bendeki on üç “El” desenini alıp Fikret Adil’e götürmek istediğinde, ben “Fikret geriye resim vermez” diye dayattım, Abidin ise “Söz veriyorum geri gelecek” deyince, çocuğumsu bir anlaşma yaptık: Bendeki bütün resimlerin bunlar gelinceye kadar benim olsun diye dayattım ve imzasını aldım. Uzun yıllar geçti, “Eller” geri gelmedi. Fikret ve Abidin öldükten sonra Fikret’in son karısı bir gün bana telefon edip “Bir zarfta bir Arif Dino ile on üç Abidin imzalı ‘El’ resmi buldum. Arif senin olsun, Abidin’lere müşteri bulabilir misin?” diye teklifte bulundu; artık ben de ihtiyarlamıştım, ne yazık ki üzerinde durmadım. Elbette bu anlaşmamız bir şakadan ibaretti.

Sözü gelmişken Fikret Adil konusunu açmak gerekecek: Abidin Yarın gazetesinin dışında ilk eserlerini Fikret Adil’in Artist dergisinde yayınlamıştı. Bu koleksiyonu geçen yıl bir açık arttırmada adeta bedavaya aldım. Fikret’e gelince, Asmalı Mescit ve diğer kitapları gerçekten bir dönemin simgesidir. Kendisi kuzinim Remide ile evliydi. Belki, Fikret Mualla’yı da ilk ünlüleştiren Fikret Adil’dir. Ressamlar hakkında yazılar yazar, sergiler düzenler ve kendilerinden dergilerde basılmak üzere veya sadece hediye olarak resimler alırdı. Örneğin, Atina’da bir Bedri Rahmi sergisi düzenlemişti, hiçbiri geri verilmedi. Abidin ve Arif de bu sınıfa girer. Daha sonra, birçok dergide de çalıştı ve hatta 1939’da SES (Sanat Edebiyat Sosyoloji) dergisini beraberce çıkarttık. Bu dergilerde yayınlanan resimlerin de çoğu kendisinde kaldı. Hatırlarım, Nejat genç bir çocuktu ve yeni resim yapmaya başlamıştı; şüphesiz bütün aile bir sanatçı ailesiydi, ressam ve yazar Cevat Şakir, Fahrünnisa Zeid, Aliye Berger, Füreya Koral... Bir gün, Büyükada’da Şakir Paşa Köşkü’nde, Fahrünnisa benim portemi yaparken Fikret Adil, Leopold Levy ile beraber çıkageldi. Fikret Adil, yeni resme başlayan Nejat’ı Levy’ye tanıştırmak ve eleştirisini almak istiyordu. Leopold Levy’nin sözlerini hâlâ unutamadım: “Çocuklar çok defa şiddetli renkler kullanırlar, Nejat bu renkleri büyüdüğünde kullanmaya devam edebilirse büyük bir ressam olabilir” demişti. Levy o dönemde tanınmış bir Fransız ressamıydı ve İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde yeni bir çığır açmıştı. Nejat ise, renk ustalığını ölünceye kadar sürdürdü.

Burada Galeri Nev’deki sergide yer alan Fahrünnisa’nın “Rasih İleri portresi” hakkında da iki söz söylemek isterdim: Bu portre, ilk kez Dolmabahçe Sarayı’nda sergilenmişti. Yıllar geçti, Fahrünnisa’nın öldüğü yıl kendisine bir mektup yazdım. Mektuba en küçük oğlu Prens Raad’ın iki yaşında iken Berlin’de Emir Zeid’in büyükelçiliği sırasında annesi tarafından çizilmiş portresinin bir fotokopisini ekledim; az sonra, Ürdün Kraliyet Sarayı’ndan gelen mektup beni çok mahçup etti. Mektupta “Yolladığın resim tam gününde, Raad’ın doğum gününde geldi, Kral’ın hediye ettiği murassa altın çerçeveye tam uydu” yazılıydı. Aynı mektupta “Büyükada’da bir gün seni bir Şeyh’e benzetmiş ve bir tablonu yapmıştım, acaba duruyor mu?” diye soruvermişti. Ben cevap veremeden sevgili Fahrünnisa ablam, 100 yaşına çok yaklaşmışken vefat etti. Ben de bu yüzden fotokopi meselesini açıklayıp kendisinden özür dileyemedim.

Nev’de sergilenen Abidin’in Gerilla resimlerine gelince, onların da garip bir öyküsü vardır. Abidin, bu resimleri Amerika’ya götürmek üzere Ayasofya Müzesi’ni restore eden Whitimore’a vermişti. Resimlerden yıllarca ses çıkmadı. Yıllar sonra, resimlerden kesinkes ümit kesildiği bir sırada, Aliye Berger bana bir mektup yolladı. O sıralarda, Surp Agop’daki Şakir Paşa Apartmanı işhanına dönüştürülmek üzere müteahhide verilmiş ve apartmanın tavanarası odalarında bir resim rulosu bulunmuştu. Bu rulo, otuz-kırk yıl önce Whitimore’a teslim edilen resimlerin ta kendileriydi. Whitimore, uçağa binecekken resimleri götürmeyi sakıncalı bulmuş ve Fahrünnisa Hanım’a teslim etmiş, Fahrünnisa ise ruloyu apartmanın tavanarasına bırakmış. Büyük bir sevinçle Abidin’e müjdeyi verdim. Abidin önemsemedi, sonunda “Resimler sende kalsın, ne yaparsan yap!” dedi. Bu öyküyü, 2005 yılında Nev’deki Gerilla Desenleri kitabında ayrıntılı olarak anlatmıştım.  

Fikret Adil’e dönelim, yukarıda söylediğim gibi resimlere el koymada çok usta bir kişiydi. Ancak, bir hayli tepki uyandırıyordu. Örneğin, bir gün Fikret’in koleksiyonundan bahsettiğimde Cemal Tollu “Ben o adamla görüşmem, hiçbir resmimi de kendisine kaptırmadım” diye cevap vermişti. Fikret, Remide’den sonra yine evlendi, alzheimer’a tutuldu ve yıllarca topladığı resimleri satarak ölünceye kadar geçinebildi.

 

 

 Selim Turan

 

Son bir paragraf... Yukarıda önemli iki noktayı açıklamadım: Önce, 1940’ların başında yapılan ve büyük yankılar yaratan “Liman Sergisi”nden söz etmedim.

“Liman Sergisi”ni tertipleyen ressamlar sonradan “Yeniler Grubu” olarak  ötgütlenmişlerdir. Abidin, Atatürk’ün kendisini yolladığı Leningrad’da sinemacılığı öğrenmiş ve uygulamıştı. 1938 yılında Türkiye’ye döndü. Dünya, “İkinci Dünya Savaşı” eşiğindeydi. Abidin SES, Yeni Edebiyat dergilerinde çalıştığı gibi, ressamlığını da devam ettiriyordu. Kurucusu olduğu “D Grubu” ressamları ise, artık Güzel Sanatlar Akademisi’nde profesör olmuşlardı ve bir dereceye kadar yeni nesile gereken desteği göstermiyorlardı. Oysa, yeni nesil dediğimizde Nuri İyem gibi, Abidin ile yaşıt olanlar da bulunmaktaydı. Abidin onlarla birlikte tek konulu bir sergi düzenledi: “Liman Sergisi”nin konusu; İstanbul Limanı, yaşantısı ve şehriydi. Aynı konuda Fikret Mualla’nın şahane suluboyaları bizde varolduğu halde Mualla daha önce Paris’e gittiğinden o gruba dahil olmamıştı. “Liman Sergisi” çok önemli sanatsal ve politik etkiler yaratan bir sergi oldu. Artık, Dünya Savaşı konjonktüründe bir sağ ve sol ayrımı ağır basmaktaydı. Bu sergideki ressamlar arasında, “solcu” militan olmayan bir tek Avni Arbaş bulunmaktaydı. Selim Turan, Kemal Sönmezler, Turgut Atalay, Haşmet Akal, Jak İhmalyan, Faruk Morel ve diğer arkadaşlar sergiyi hazırlarken Abidin Dino, Kuledibi’nde Kamondo Hanı’nın terasını stüdyo olarak kiralamıştı. Abidin çok dil bilen, Sovyetler Birliği, Londra, Paris, hatta ABD ile sanat ilişkileri olan bir kişiydi ve basında sergi adeta Abidin Dino ve arkadaşlarının sergisi olarak algılanmaya başlamıştı. Bu olay, Nuri İyem ile Abidin arasında ölünceye kadar süren ve hiç de hoş olmayan bir ayrılık yarattı; o kadar ki, Selim Turan, Nuri’nin yüzünden Abidin’i dışlayan “Yeniler Grubu”ndan ayrılmak gereğini duydu.

“Liman Sergisi” dolayısıyla, yıllarca süren arkadaşlıklarım pekiştiği gibi, sergide Selim Turan, Avni Arbaş ve diğer ressamlardan resimler aldım. Koca yağlıboyalar 15 liradan satılmaktaydı. Hatta, sergi kapanınca rahmetli Yusuf’un yaptığı serginin afişinin orijinali bende kaldı. Aşağı yukarı sergideki bütün ressamlar, bana resimler hediye etmişti. Turgut ve Avni portrelerimi yaptı, bir mektubunda Nuri İyem de portremi çizdiği gibi sergiden sonra sınıfta bütünlemeye kalan sevgilisi Nasip’e (İyem) matematik dersi vermeme karşılık bir yağlıboya vermeyi teklif etti, o resim de Nev’de sergilenmektedir.

TİP’in sergisine gelince... Bu sergi, 1962 yılında Füreya’dan aldığım ilhamla düzenlediğim Türkiye İşçi Partisi birinci resim sergisidir. Bu sergiden Mehmet Ali Aybar ve Abidin Dino hakkında hazırladığım iki kitabımda uzunca bahsetmek niyetindeyim. Yurt içi ve dışı ressamlardan bağış olarak aldığımız resimlerden oluşan bu sergi çok başarılı oldu, Ankara’da da tekrarlandı. Parti’nin İzmir’de toplanan Birinci Kongresi’nde okuduğum mali rapora göre, Parti’nin ilk iki yılındaki masraf ve borçlarının tutarı kadar, yani o zamanki parayla sergide 25 bin lira gelir sağlamıştık, bu da döneme göre büyük bir paraydı. Eski dostlarım Hakkı Anlı ile Mübin Orhon bu sergide bana çok yardımcı oldular. Bir Selim yan çizdi.

Ailedeki ressamları sayarken, yurtdışında birçok resim sergisi açan amcamın oğlu, diplomat Refik İleri’nin de ressam olduğunu ayrıca unutmamak gerekir. Oğlum Mehmet İleri’den burada söz edecek değilim. Nev sergisinin başta gelen katılımcısı olarak bu görevi kendisine bırakıyorum.

Resim dedikodusu için bu kadarı yeter, ancak şunu eklemeyi gerekli görüyorum ki; böyle bir muhit içinde bende kendiliğinden bir resim kültürü gelişmiştir ve böyle bir kültür olmadan ressam da, resim tüccarı da, koleksiyoneri de olmak mümkün değildir. Burada önemli bir noktayı da vurgulamak gerekiyor: Türkiye’de son birkaç yılda yapılan resim müzayedelerinde, olağandışı fiyatlarla resimler satılmaktadır; aynı zamanda,  bence olağandışı boyda resimler de satılmaktadır. Hele alçak tavanlı evlerimizde o resimlerin asılacağı duvarların yokluğu benim için bilmece niteliği taşımaktadır. Kaldı ki, benim kanımca resim eleştirenler de, satanlar da, alanlar da, hepsi değilse de çoğu kez konularıyla ilişkisi olmayan kişilerdir.

Bu eleştirimde, ne yazık ki çok yaygın bir hal alan Türkiye’deki sahte resim üretimini değerlendirmekten kendimi alamıyorum. Bu olay, örneğin, en yakınlarımdan Fikret Mualla ve Abidin Dino için varittir, o derece ki yurtdışında sahte Mualla sergileri yapılmakta ve ne yazık ki o yapıtları yabancılar değil, Türk koleksiyonerler satın almaktadır.

 

   

 

Abidin Dino’ya gelince... Değişik bir hususu da açıklamam gerekiyor, Nev’in bastığı Eller kitabında (1984, Ankara, 7. resim) büyük bir sürprizle karşılaşmıştım. Kitapta, aslı bende bulunan anneannemin ayağının resmi de yer alıyordu. Derhal resmin aslını aldım ve kitaptaki baskının üzerine koydum: İkisi de aynı ölçekteydi, tam tamına aynı resim söz konusuydu, tek farkları imza değişikti ve kitaptaki röprodüksiyonda tarih yoktu. Kitabı basanlara sorduğumda, resmin sergide yer aldığı ve satıldığı yanıtını aldım. Bu resim sahte bir Abidin değildi, konuyu Abidin hakkında yazdığım kitabımda ayrıca açıklayacağım. İki Türk ressamının ricası üzerine bendeki Abidin desenlerinin ikişer fotokopisini çekmiş ve bir takımını Abidin’e postalamıştım. Sevgili dayım, annesinin ayaklarını benden geri istemektense, altı ışıklı bir cam üzerinde yolladığım fotokopiden resmi kopyalamıştı. İşte bu kadar! Bunu ressamın kendisi yaptığına göre, o resmin sahte sayılmaması gerekebilir...

Globalizm aşamasındaki emperyalizmin son büyük ekonomik krizinde ben çok yüksek rakamlara ulaşan resim piyasasının Türkiye’de çökeceğini sanmıştım, aldanmışım. Bir yönden çok fazla ve gereksiz parası olanlar ortaya çıkmış bulundu, diğer yönden de tıpkı gayrimenkulde olduğu gibi resim koleksiyonu yapmanın akıllı bir yatırım olduğunu sananların türediğini de sanıyorum. Ayrıca, belki benim zevklerim çağdışı kalmış olabilir, yine de Türkiye’de milyonlara satılan birçok resmin beş para etmediği kanısından da vazgeçemiyorum.

Burada bir nokta üzerinde durmam gerekmektedir: Türkiye resim piyasası ile dünya resim piyasası arasında bir kopukluk bulunmaktadır. Hiçbir Türk ressamının dünya piyasalarında önemli bir yer alacağını sanmadığım gibi, hiçbir önemli yabancı ressamın da Türkiye’de alıcısı olduğuna inanmıyorum. Bunu söylerken, Rafi Portakal’ın gümrüğünü ödemek şartıyla yaptığı “Klasik” resim satışı olayını ve Ankara Nev’in 1985’ten beri sürdürdüğü Avrupa “Modern” sanat sergilerini, Dağhan Özil’in “Modern” Avrupa sanatını tanıtmaya uğraştığı unutulmamalıdır. Bunların bir istisna mı, bir başlangıç mı olduğunu değerlendirmek erkendir sanırım.

Öte yandan Lord Salisbury’nin Londra’da iki müzesi bulunduğunu, bunlardan birinin “Klasik”, diğerinin “Modern” sanatı kapsadığını ve Modern Sanat Müzesi’nde eski dostum Mübin Orhon’un iki yüz civarında eseri bulunduğunu hatırlatmak gerekir. Başka bir iki ressamımızın da az sayıda eseri yurtdışı müzelerinde yer almış bulunabilir. Bunlar şimdilik bir istisna olmaktan ileri gitmez.

Diğer bir konuya da değinmem gerekecektir. 1930’lu yıllarda Marksist-Leninist Sovyet Devrimi’nin yerine Rusya’da bir bürokratik sapmanın iktidara geldiği, 1991 yılında ise sosyalizm ile ilişkisi kalmayan bu sapmanın çöktüğü gerçeği yer almaktadır. Çöken, bazılarının iddia ettiği gibi “Reel Sosyalizm” değil, Stalin’in bürokratik sapmasıdır. O dönemde, “artık tarih bitti” safsatasının yanı başında dünya emperyalizminin Amerikan hegemonyasında bir globalist emperyalizme dönüştüğü, Avrupa Birliği’nin onun yörüngesine girdiği de bir gerçektir.

Son ekonomik kriz bu hayalleri de çökertmiştir. Sistem artık tartışılır hale gelmiş, Avrupa Birliği’nde ise tek para “Euro” uygulamasını kabul eden ülkeler bir çöküşün eşiğine varmışlardır. ABD’nin bütün gücüne rağmen globalizm, bir çöküş ve yeni sosyal arayışlar sürecine girmiş bulunmaktadır. Marksist düşünce sistemi tekrar gündeme girerken, yeni şartlara göre bir örgütlenme araştırması eşiğindeyiz.

Sanatsal faaliyetin globalizm döneminde onun etkisi altında kaldığı ve yöresel özgünlüğünü kaybettiği gerçeğini kabul etmek gerekir. Son kriz, bu konuda da yeni oluşumlara olanak kazandıracaktır ve bir rönesans dönemine girilebilecektir. Tek kutuplu globalizmin çöküşü, büyük olumsuzluklarla birlikte şüphesiz sağlıklı bir dünyaya doğru yeni olanaklara yol açacaktır veya dünya tam bir çöküntüye varacaktır. Resim sanatının bu sürecin dışında kalması olanaksızdır.

Bundan önceki dönemde, 30’lu yıllardan sonra bütün dünyada birçok önemli sosyalist yazar ve çizerleri yozlaştıran Stalin-Jdanov “Sosyal Realizm” saplantısını vurgulamak da isterdim; kaldı ki, aynı dönemde sosyalist safta Troçki-André Breton’un doğru sosyalist görüşü de vardı, fakat o dönemde bu cereyan adeta sapıklık sayılıyordu. Şimdi artık bu konu da tartışmaya açılacaktır.

      

 

 



[1]Bu yazı, Rasih Nuri koleksiyonunun 1 Ekim-1 Kasım 2010 tarihleri arasında Galeri Nev’de düzenlenen “İlerdekiler: İleri Koleksiyonu’ndan Bir Seçki” sergisi dolayısıyla yayınlanan katalogda yayınlanmıştır.