/ Pasajlar / Teknik – Sanat – İnsanın Yaratıcılığı

Lewis Mumford, 1895-1990 

 

Hayatımız giderek, birbiriyle ilişkisi olmayan bölmelere ayrılıyor; onlara bir düzen ve karşılıklı bağlantı sureti kazandıran tek şey, gerçekte gündelik hayatımızı idare eden otomatik düzenlemelere ve mekanizmalara oturmaları. Kendini idare eden kişiler olma kabiliyetimizi –karar verme özgürlüğümüzü, kendi amaçlarımız uyarınca Hayır veya Evet deme özgürlüğümüzü– kaybettik; öyle ki, teknikteki muazzam gelişmeler aracılığıyla güçlerimizi olağanüstü artırmış olmamıza rağmen, bu güçlere hâkim olma kabiliyetini aynı ölçüde geliştiremedik.

Tekniğimiz zorlayıcı ve zorbaca hale geldi, çünkü tekniğin hayata tâbi bir araç olduğunu unuttuk; sanatımız da, ruha gündelik hayatın baskıcı taleplerinden bağımsız bir sığınak sunma çabasıyla, ya içi boş ya da tümden akıldışı oldu.

Neden iç dünyamız bu kadar fukaralaştı ve boşaldı; neden dış dünyamız bunca hadsiz hudutsuzken, öznel doyumları bir o kadar kof?  

Şunu unutmamak gerekiyor ki, zamanımıza ait bu koşullar, sanatın ve tekniğin insan toplumunda ilk kez şekillendiği koşulların tam tersidir. Başlangıçta insan, büyülü bir güç olarak sembole tapıyordu; ister kelime ister imge olsun, sembol, insanın insanlığının özüydü; salt içgüdüleriyle hareket eden hayvani bir zihnin ötesinde bir varlık kazanmasının koşuluydu. Uzun bir dönem boyunca sembol, insanları küstahlaştırdı; bu yüzden aleti ve aletle yapılanları küçümsediler. Ama bugün tam tersi koşullar hâkim. Çoğaltma tekniklerindeki muazzam bolluk sayesinde sembolü tahrif edip bozuyor, hakir görüyor, ihmal ediyoruz; kullanımının bir fark yaratacağına inanmıyoruz. Buna karşılık, teknik araca haddinden fazla değer veriyoruz: Makine başlıca büyü kaynağımız oldu ve tanrısal güçlere sahip olduğumuz yanılsaması yaratıyor. Tüm sembollerini değersizleştiren bir çağ, makinenin kendisini evrensel sembole, tapılacak bir tanrıya dönüştürdü. Bu koşullar ne sanatın ne de tekniğin hayrınadır.

İnsan, yaşam dünyasının ham maddelerini dönüştürebildiği ve onlardan, anlamları ve değerleri kendi tecrübesinden daha uzun yaşayacak ve o tecrübenin sınırlarını aşacak bir dünya yaratabildiği müddetçe, gerçek anlamda yaşayabilir. Bu esasen sanatın en önemli görevlerinden biridir – sanat bu işlevi yerine getirmenin tek yolu değildir elbette, zira insanın kendini ifade etmek ve etrafındaki dünyaya derinlemesine vâkıf olmak için başvurduğu diğer yöntemlerle beslenir ve gelişir. Fakat sanatın bu işlevi yerine getirebilmesi için en azından bir koşul gereklidir: İnsan kendi yaratıcılığına saygı duymalıdır. İnsan, kendi taşıyabileceği öneme ve değere olan inancını kaybettiği anda, temel içgüdüsel tepkilerinin kesinliğini kaybetmiş ve bu yüzden daha da basit bir mekanik düzene sığınmak zorunda kalan bir hayvan derekesine indirir kendini.

Zamanımız sanatının acizliği ile makinelere atfedilen abartılı değerin el ele gitmesini açıklamıyor mu bu? Ve neden bu iki olgunun, daha geniş çaplı bir toplumsal ve kişisel parçalanmanın belirtisi olduğunu?

 

Lewis Mumford, “Art, Technics, and Cultural Integration”, Art and Technics içinde (New York: Columbia University Press, 1952) s. 136-141.

pasajlar