Sanat, Hayat, Ölüm: Sömürgeciliğin Afrika Mitleri

Aşağıdaki metinlerden ilki, Peter Mark’ın Record of the Art Museum dergisinde yayınlanan (1999) “Is There Such a Thing as African Art?” başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerdir. İkinci metin, Dan Connell’ın Science for the People dergisinde (Eylül-Ekim 1985) yayınlanan “Myths of African Hunger” adlı yazısından seçilmiş pasajlardır.

 

ABD’li sanatçı Max Weber, Kongo’da yapılmış küçük bir erkek figürüne bakıyor, 1916. Fotoğraf: Clara E. Sipprell.

 

Afrika Sanatı Mitleri

Peter Mark

“Afrika sanatı” kavramı, ister bir akademik araştırma konusu olsun isterse koleksiyonerlerin ve müzelerin ilgi alanına giren bir konu, önemli bazı soruları gündeme getirir. Afrika sanatı diye bir şey var mıdır? Peki ya Afrika sanatı tarihi? Ne tür bir disiplindir bu? Uzmanları kim, konusu tam olarak nedir?

Sahra Çölü’nün güneyinde üretilmiş nesnelerin Batılılarca takdir görmesi yeni bir olgu, geçmişi 20. yüzyılın ilk yıllarından geriye gitmez. Afrika’yla ilgili şeylere duyulan merak ilk olarak Fransa ve Almanya’da avangard çevrelere mensup birkaç sanatçı ve koleksiyoncu arasında ortaya çıkmıştır. Pablo Picasso'nun Afrika masklarını “keşfedişi” ve Avignonlu Kadınlar’ı resmettiği sırada (1906-7) bu masklardan ne kadar etkilenmiş olduğu herkesin malumudur. Picasso’nun çağdaşı Fransız modernist şair Guillaume Apollinaire, Sahra-altı ülkelerinin heykellerini toplayan ve onlar hakkında yazan ilk Avrupalılardandır. Ondan birkaç sene sonra Almanya’da expresyonist ressamlar Erich Heckel, Emil Nolde ve Karl Schmidt-Rottluff da Afrika heykel ve masklarından esinlenmişlerdir.

Afrikalı oymacıların eserleri bu sanatçıların elinde köklü bir değişim geçirdi; daha önce hiç olmadıkları bir şeye dönüştüler. Picasso, Apollinaire ve Alman sanatçıların Afrika nesnelerinde ilgisini çeken unsur, bu nesnelerin formuydu. Anlamları, bağlamları, kullanım biçimleri, tarihleri –hatta hüviyetleri– önemsizdi. Onlar için aslolan, stildi. Bilhassa da Afrikalıların insan bedenine yaklaşımları, onu tasvir etme biçimleri ilgilerini çekiyordu. Bu yaklaşımlardan ilham almak, o dönem Avrupa’da egemen olan sanatsal eğilimlere meydan okumalarını sağladı. Bu temsil tarzlarının neden ve nasıl geliştiği, kimler tarafından yaratıldığı gibi sorular çoğunlukla sorulmadan kalıyordu. Avrupalı sanatçılar için önemli olan tek şey, formların anlatım gücüydü.

 

Emil Nolde, Dansçı, 1913.

 

    

Sol: Amedeo Modigliani, “Bir Heykel İçin Eskiz”. Orta ve sağ: Baule halkının geleneksel danslarında (Mblo) kullanılan masklar.   

 

Afrika heykelinin sanat tarihine, yani Batılıların sanat diye tanımladıkları şeyin tarihine ilk girişi böyle oldu. Ancak Afrika heykeli sanat tarihine özerk bir varlık olarak, kendi içinde incelenmeye değer bir sanat formu olarak girmedi, Avrupalıların ilgilerinin bir uzantısı olarak girdi. Kendi tabiatına ait özellikleri dolayısıyla değil, Avrupalı sanatçılarca bir ilham kaynağı olarak benimsenmesi dolayısıyla “sanat” vasfı kazandı.

Avrupalı sanatçı ve şairlerin “Afrika sanatı” kavramını yaratmadaki kilit rolleri, bu konunun Batı’daki aydınlar, koleksiyonerler ve müzeler tarafından ele alınma biçimlerini de ciddi şekilde etkiledi. Afrikalı oymacıların eserlerini Avrupalı elit aydınların dikkatine ilk sunanlar bu sanatçılar olduğu için, onların ilgileri ve fikirleri ön planda oldu. Afrika nesnelerine ilişkin ilk incelemelerde hep bu sanatçıların görüşlerinin izleri vardır, bunlar konuyla ilgili ilk incelemeler olduğu için de ziyadesiyle önemlidirler. Afrika kültürü uzmanlarının çağdaş tarih çalışmalarının temelini oluştururlar, bu nedenle de Sahra’nın güneyindeki kültürel üretimle ilgili sanat tarihi söylemini şekillendirmeye devam ederler.

20. yüzyılın başlarında birçok avangard sanatçının paylaştığı bir fikir özellikle etkili olmuştur: Afrika sanatının “ilkelliği”. Picasso ve diğerlerine göre Afrika’nın sanatı daha basit, dolayısıyla daha özgür bir yerden çıkmıştı; “uygar”laşmamış olduğu için dizginlenmemiş olduğu, özünde olağanüstü bir anlatım gücü barındırdığı düşünülüyordu. İlkel kültürlerin, uygarlıkla özdeşleştirilen kısıtlamalardan bağımsız, özgürce serpildiği bir yer olarak Afrika fikri, Avrupalılarca kısmen sömürgeci girişimi meşrulaştırmak için geliştirilmişti. Kökenleri göz önüne alındığında, bu fikrin Afrika sanatlarına yönelik ilk yaklaşımlarda kilit yer tutması son derece sorunludur. Bununla bağlantılı bir diğer sorun da, ilk modernist sanatçıların çoğunun benimsediği, Afrika sanat eserlerinin tanımları gereği gizemli ve içkin ruhani güçlerle bağlantılı oldukları fikriydi.

 

Bakır işlemeli fildişi bilezik, Portekizli ulak veya tüccarlar tasvir edilmiş, 15. yüzyıl, Benin.

Afrika sanatının, Avrupa sanatından daha canlı ve ruhani olduğu iddia ediliyordu, zira Avrupa sanatından farklı olarak bilinçdışıyla doğrudan bağlantılı olduğu düşünülüyordu. Afrika sanatına atfettikleri ruhani nitelik Picasso ve diğerleri için bu sanatın en ilginç özelliklerinden biriydi. Fakat Afrika sanatının bilhassa ruhlarla ilişkili olduğu, esasen bilinçdışının ürünü olduğu, “büyü”nün ve tehlikenin bu sanattaki başat özellikler olduğu düşüncesi, etnografik araştırmaya veya Afrika kültürlerine ilişkin bilgiye dayanmıyordu. “İlkel”, “uygarlaşmamış” bir Afrika fikri gibi, bu fikirler de uydurmaydı.

Bu eserleri toplayan ilk koleksiyonerlerin gizemli şeylere olan merakı düşünülünce, Picasso ve arkadaşlarının en çok değer verdikleri nesnelerin gizli ritüellerle ilişkili nesneler olmaları şaşırtıcı değildir. Avrupalıların imgeleminde bu tür eserler genellikle sır ve tehlikeyle, bilhassa da kurban ayinleriyle, kan dolu gizli ritüellerle bağlantılıydı.

Afrika heykelinin bu şekilde gizemleştirilmesi Sahra-altına ait nesnelerin algılanma tarzını bugün bile etkiliyor olmasaydı, tüm bunlar salt tarihin konusu olabilirdi. Annie Coombes’in 19. yüzyıl Britanya’sındaki Afrika imgesi üzerine yazdığı Inventing Africa: Museums, Material Culture, and Popular Imagination in Late Victorian and Edwardian England başlıklı mükemmel monografi de dahil olmak üzere, son çalışmalar, kana bulanmış bir Afrika fikrinin emperyal Avrupa’nın icadı olduğunu açıkça gösteriyor. Benin bronzları –Benin krallarının sarayları için yapılmış, bakır alaşımdan nefes kesici insan ve hayvan figürleri– Nijerya’nın güneybatısında 400 yıldan uzun geçmişi olan karmaşık bir kültürün gelişmiş olduğunun kanıtlarıydı. Ancak Benin kentinin 1897’de Britanya ordularınca yağmalanmasından sonra bu eserler İngiltere’ye getirildiğinde, Britanyalıların ilgisini çeken, heykellerin inceliği veya güzelliği olmamıştı. Viktorya dönemi İngiltere’si, esasen sömürge askerlerinin uydurduğu Benin hikâyeleriyle, kanla ve kurban ayinleriyle dolu bir cehennem tasviriyle ilgilenmişti. Benin Krallığı belki bir zamanlar gelişkin bir kültüre sahipti, deniyordu, ama o kadar gerilemişti ki Britanya tarafından işgal edilmesi haydi haydi meşruydu.

 

Britanya askerleri, 1897’deki Benin işgali sırasında saraydan yağmaladıkları eserlerle.

 

Benin bronzları, British Museum

 

Afrika nesnelerinin tehlikeli, gizli ritüellerle ilişkilendirilmesi geçmişte kalmış bir yaklaşım değil. Her insan toplumunun sırları, özel bilgisi ve mahrem ayinleri vardır; gelgelelim Batı imgeleminin Afrika sanatıyla özdeşleştirdiği gizlerin neredeyse hepsi korkunç uygulamaları içerir, adeta “karanlık bir yüreği” saklar.

Batı’nın Afrika sanatıyla özdeşleştirdiği ritüellerde öne çıkan iki özellik vardır: kan – genellikle insan kanı– ve ölüm. 20. yüzyılın başında kana bulanmış Afrika krallıklarının varlığına inanmak yaygındı. Benin sadece bir örnekti; Dahomey, Ashanti ve savaş beyi Shaka Zulu’nun toprakları hakkında da tüyler ürpertici hikâyeler anlatılırdı. Bir Rönesans sanatı tarihçisinin Çarmıha Geriliş’i “insan kurbanı” olarak veya Aşai Rabbani ayini tasvirlerini “yamyamlık” olarak tarif ettiğini düşünebiliyor musunuz?

 


Giotto, Çarmıha Geriliş, 1300

 

Sömürge ve sömürgecilik öncesi dönemin Afrika toplumları son derece dinamik toplumsal yapılara sahipti. Bu toplumların kültür tarihini incelemek, dinamik bir süreci incelemek anlamına geliyor; ancak tarihsel veriler yeterli olmadığı için, farklı yüzyıllarda ve hiç kuşkusuz birbirinden çok farklı koşullarda üretilmiş eserleri sanki yekpare, farksız bir bütünmüş gibi “sömürgecilik öncesi Afrika sanatı” olarak tanımlıyoruz. Şüphesiz ki 19. yüzyıldan önce formlarda, işlev ve anlamlarda önemli değişimler yaşanmıştır. Bu değişimlerin bazıları halklar arasındaki ticaretin, bazıları göçlerin veya askerî fetihlerin sonucuydu. İrili ufaklı tüm bu etkenlerin maddi kültürün üretiminde etkisi oldu. 1500’lerin ortalarında bir Yoruba sanatçısının yaptığı heykel, 900’lerin başında başka bir Yoruba sanatçısının yaptığı heykelle, hiçbir açıklama konmaksızın yan yana sunulmamalıdır. Keza, son dönemde yapılan sağlam çalışmaların gösterdiği gibi, etnisite kavramının da yeniden ele alınması gerek. 16. yüzyılda Yoruba olmakla 20. yüzyıl başında Yoruba olmak bambaşka anlamlara geliyor. Kimlik de, tıpkı sınırlar, siyasi yapılar ve ekonomik oluşumlar gibi daima değişken olmuştur. Bu temel meseleleri gözden kaçırmak, sanat tarihi disiplinine olsa olsa zarar verir.

 

Asırlar boyu yaşadıkları Doğu Afrika Rift Vadisi’nden, bugün Ulusal Park statüsünde olan Serengeti’deki geleneksel topraklarından sürülen yarı göçebe Masai halkı, turizme, safariye ve uluslararası şirketlerin yağmasına açılmış bölgede sıkıştırıldıkları dar alanlarda yaşam mücadelesi veriyor.

 

Afrika’da Açlık Mitleri

Dan Connell

Mit: “Afrika’da kıtlığın esas sebebi kuraklıktır”

Afrika’da açlığın yoğunlaşmasında kuraklığın payı olduğu doğrudur, ancak kıtlığın asıl sebebi yoksulluktur. Kuraklık yüzünden ölenler, sadece kronik yoksulluk içindekilerdir. Afrika’nın yoksullaşması da, birkaç yüz yıldır devam eden bir süreçtir.

Avrupa ülkeleri Afrika’yı sömürgeleştirdiğinde, Afrikalıların asırlar boyu değişen çevre koşullarına uyarladıkları tarım ve hayvancılık sistemlerini altüst ettiler. Ekolojik açıdan dengeli gıda sistemlerinin temeli yok edildi: En verimli tarım arazilerine, kahve, şekerkamışı, kakao gibi Avrupa’ya yarayacak ihraç ürünlerini yetiştirmek üzere el kondu. Özel ve kamu yatırımları, bu endüstri bitkilerinin geliştirilmesine harcanırken, yoksul çoğunluk için gıda üretimi ihmal edildi.

Sömürgecilerin endüstriyel tarımı toprağı harap etti, geniş alanlarda çölleşmeye neden oldu. Milyonlarca dönüm çalılık ve ağaçlık yok edildi, bu da toprağı organik yenilenmeden mahrum bıraktı. Pamuk, fıstık ve tütün gibi ihraç bitkileri topraktaki besin maddelerini büyük ölçüde tüketti.

En iyi arazilerin ihraç ürünleri için ele geçirilmesi çevreyi tahrip etmekle kalmadı, köylüleri de yoksullaştırdı: Birçoğu ya plantasyonlarda çalışmak zorunda kaldı, ya da iş bulmak için kentlere göçtü. Böylece plantasyonlarda ve diğer ticari işletmelerde düşük ücretle çalıştırılan büyük bir işgücü oluştu.

 

Sebastião Salgado, “Etiyopya’da Açlık”, 1985

 

Mit: “Afrika’da açlığın sebebi nüfus fazlalığıdır”

Başka ülkelerle kıyaslandığında Afrika yoğun bir nüfusa sahip değildir. Köle ticareti milyonlarca Afrikalı’yı yurtlarından kopardıktan sonra birçok bölgede Afrika’nın zengin doğal kaynaklarını geliştirmeye yetecek kadar insan kalmadı.

Halihazırda [1984] Afrika’nın ekilebilir arazilerinin yalnızca dörtte birinde tarım yapılıyor. Ekilebilir toprağın üçte ikisi Sahra-altı Afrika’da bulunuyor. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün bir raporuna göre [1984], tarım teknolojisindeki düşük seviyeye rağmen bugün Afrika 1975’teki nüfusunun 2,7 katını besleyecek kaynağa sahip.

 

Mit: “Afrika hükümetleri gıda üretimindeki düşüşün esas sorumlularıdır”

Afrika’da açlığın yerleşik hale gelmesinden Afrikalı elitler, çokuluslu şirketler, Batılı devletler ve uluslararası kuruluşlar sorumludur. Bunlar el birliğiyle, yaşam tarzı ve çıkarları Afrika’nın kırsal çoğunluğuna tamamen aykırı olan “çiftçi düşmanı bir koalisyon” oluşturmuşlardır.

Bu çiftçi düşmanı koalisyon yıllar içinde besin üretimini baltalayan politikaları yürürlüğe soktu. Kentlilere ucuz gıda tedarik etmek üzere, besin ürünlerinin fiyatları yapay biçimde düşük tutuldu. Bu politika, kentlerde huzursuzluk ihtimalini azaltırken, kentli işverenlerin işçileri düşük ücretle çalıştırmasına imkân verdi, aynı zamanda gıda üretimini artıracak teşvikleri engelledi.

Endüstriyel ürünlere yönelik tarım yardımları büyük ölçüde bu koalisyon tarafından, büyük  şirketlerin çıkarlarını kollayacak şekilde yönetiliyor. Örneğin, 1975-80 yılları arasında Sahra Çölü’nün güneyindeki ülkeler Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlardan 7,45 milyar dolar yardım aldı. Ancak, bölgedeki gıda ürünlerinin neredeyse tamamı yağmura dayalı tarım üretimine dayanmaktayken, doğal yağışla yetiştirilen ürünlere yardımın yalnızca yüzde 8’i ayrıldı.[1] Yardım esasen ihraç ürünlerinde kullanıldı.

 

 

Sağ: Tanzanya’daki Tarangire Ulusal Parkı’nda bulunan lüks konaklama yerlerinden biri. Sol: Ulusal Park’ta turistler için düzenlenen doğa yürüyüşü. Sömürgecilik öncesinde, 19. yüzyıl Doğu Afrika’sının bugünkü gibi bir yaban hayatı cenneti olmadığını gösteren birçok kanıt bulunuyor. Tanzanya’nın 20. ve 21. yüzyıllardaki en bilinen yaban hayatı parklarında, bir zamanlar yaban hayvanlarından daha fazla sayıda insan ve besi hayvanı yaşıyordu. Avrupalılar 1890’larda Doğu Afrika’ya geldiklerinde beraberlerinde sığır vebası ve çiçek gibi hastalıkları getirdiler; dahası, Afrikalıların asırlar boyunca avlanma, otlatma ve çalı yakma gibi uygulamalarla dengede tuttukları yaban hayat üzerindeki kontrollerini kaybetmeleri sonucunda, kum piresi, çöl sineği ve çekirge gibi zararlılar yayıldı. 1894-1899 yılları arasında Tanzanya’da 750 bin insanın açlıktan öldüğü tahmin ediliyor. Kaynak: www.mdpi.com

 

Mit: “Afrika’nın gıda sorununun çözümü ‘serbest piyasa’dır”

Çoğu Afrika ülkesi maden ve tarım ürünlerinin ihracatına bağımlı. Bu hammaddelerin dünya piyasasındaki fiyatları zaman içinde duraklama veya düşme eğilimi gösterir. Buna karşılık mamul ithal mallarının fiyatları yükselmektedir. Dolayısıyla Afrika hükümetleri dünya piyasasında kazandıklarından daha fazlasını harcamaya zorlanır. Açığı borçlanmayla kapatırlar. Afrika ülkelerinin borçluluğu kriz noktasındadır. IMF birçok hükümete, yeni borçlar karşılığında gıda yardımının ve sosyal hizmetlerin tasfiyesi gibi kemer sıkma yöntemleri dayatmaktadır. Dünya tahıl sevkiyatının yüzde 85’ini 6 büyük şirket kontrol ediyor; onların derdi de gıdasızlık değil, kendi kârları. Halihazırda dünya tahıl stokları tarihteki en yüksek düzeye ulaşmışken, Afrika kıtası açlıkla pençeleşmektedir.

 

Mit: “ABD gıda yardımları Afrika’da açlığın giderilmesine katkıda bulunuyor”

Gıda yardımı, yerel piyasada fazlalık yaratarak gıda fiyatlarını düşürür. Ayrıca yabancı yardıma bağımlılık yaratabilir veya yardım alan hükümetler tarafından yoksul halkı kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek üzere kullanılabilir.

Food First kolektifinin yayınladığı Aid As Obstacle kitabında dikkat çekildiği üzere, ABD hükümetinin gıda yardımlarının çoğu açlıkla boğuşan insanları hedef almıyor. Bu yardımlar, yabancı hükümetler tarafından, ABD’den alınan borçla satın alınıyor ve sonra piyasada satışa çıkarılıyor.

ABD devleti yabancı ülkelere yönelik yardımları siyasi bir araç olarak kullanıyor. 1981’de Mozambik hükümeti casusluk gerekçesiyle bazı ABD görevlilerini sınırdışı ettiğinde, Mozambik halkı açlıkla karşı karşıya olmasına rağmen Reagan hükümeti tüm gıda yardımlarını kesmişti.

ABD, gıda yardımlarının neredeyse tamamını, halkın çoğunluğunu yoksulluğa mahkûm eden baskıcı hükümetlere gönderiyor. ABD yardımları bu ülkelerde yoksulluğu ortadan kaldırmak yerine pekiştiriyor.

 



[1] Alan Grainger, Desertification: How People Make Deserts, How People Can Stop, and Why They Don't (Washington, DC: Earthscan, 1982) s. 48.

 

kolonyalizm