Yaratıcı-Baskıcı Şehir

Pozitif’in tarihî Bomonti Bira Fabrikası’nda açtığı Kilimanjaro adlı bar. Bomontiada Yaşamaya Başlıyor

 

1970’lerde para doğrudan altınla bağlantılı olmaktan çıktıktan sonra, 1980’ler ve 1990’lar boyunca gerçek ve sanal ekonomiler giderek birbirinden ayrılmaya başladı. Artık para gittikçe likit hale geliyor; finans akışlarını ulus-devlet sınırları içinde zaptetmek imkânsız. Tersine, hükümetler serbest ulusaşırı sermaye trafiğini fiilen destekliyor. Ama finans akışlarını büyük bir hızla, para ve mutluluk peşindeki insanlar, hatta birçoğu çokuluslu holdinglere ait olan şirketler takip eder. Sermaye akışı insan akışı yaratır, iç-dış politika ayrımını giderek daha da belirsizleştirir. Ulus-devletler genelde bu trafiğin akışını, insanların gidip gelişini, şirketlerin açılıp taşınmasını, istihdamın kâh yükselip kâh dibe vurmasını seyretmekle kalıyorlar.

Neo-liberal tabir edilen kent, Deleuze ile Guattari’nin “teritoryasızlaşma” adını verdikleri süreçte doğdu. Veya, onların diliyle söylersek: Bir taraftan göçmenlerin ve kaçakların savaş makineleri, diğer taraftan devletsiz çokuluslu şirketler, jeopolitik teritoryayı “işgal” etti. Kent mekânı giderek, para trafiği ve insan kaçakçılığı için bir zemine; yoksul kaçaklar ve hem iyi eğitimli hem de çalışkan olup düşük ücretle çalıştırılan yaratıcılar için bir transit bölgeye dönüşüyor. Üçüncü soylulaştırma dalgası, tam da bu son gruba yer açmıştı.

1990’ların sonuna gelindiğinde, daha önceki soylulaştırma dalgalarıyla belli toplumsal grupların yerlerinden sürülmesinden sonra, yaratıcı sınıf ilgi odağı haline geldi. Richard Florida gibilerinin çalışmaları, bu üçüncü-yol politikalarına ihtiyaçları olan yarı-bilimsel zemini kazandırdı. Yaratıcı kent böyle doğdu. Tony Blair gibi eski sosyalistler eğlence endüstrisine ve sermayeye kucak açarken, kamu görevlileri ve kentsel kalkınmacılar yeni yaratıcı bölgeler tasarlamak için kollarını sıvadı. Endüstriyel lümpen-proletarya yoldan çekilip post-endüstriyel yaratıcı prekaryanın önünü açmak zorunda kaldı; sendikalı işçi, yerini esnek serbest çalışana bıraktı; sanatçının yerini kültürel girişimci, sürekli işin yerini geçici sözleşme, refah devletinin yerini neoliberal iktidar aldı.

Yaratıcı kentin paradoksu bu noktada hemen görünür oluyor: her şey akışkan hale gelir gibi görünürken; hareketlilik, esneklik, yenilikçilik ve yaratıcılık hükümetler tarafından teşvik edilirken, aynı –kentsel– hükümet yeni sermayeyle ittifak kurmanın yollarını arıyor. Kentlerde yaratıcı bölgelerin, moda semtlerinin, esnek işyerlerinin ve lüks barların yapay bir şekilde tasarlanması, gerçek anlamda politik, kentsel bir stratejinin parçası: Gözde sanatçılardan, hispter’lardan, ve diğer yaratıcılardan oluşan ele avuca sığmaz kalabalığı, ince ince hesaplanmış bir kentsel mekânda onlara bir yer vererek ehlileştirme amacı taşıyor. Groninger Müzesi’nden Bilbao Guggenheim’a kadar, her şey, şehri ve ekonomisini yeniden kontrol altına almayı hedefleyen ana planın parçası. Bu strateji çerçevesinde, ideal olarak “her şeyin mübah” olduğu kamusal alanda aslında her şey titizlikle hesaplanıyor. Örneğin meydan açık gibi görünüyor, ama kullanımı sıkı bir programa göre düzenleniyor. Kamusal alan belli ölçüde düzensizliğe müsamaha gösteriyormuş gibi görünüyor, ama kameralar her türlü olası huzursuzluğu saniye saniye kayda alıyor.

 

Groninger Müzesi sergi alanı

 

Sosyalist, üçüncü-yolcu politikacıların çoğu bu yeni stratejiyle 2000’lerin başlarına kadar hüküm sürmeyi başardı; ama yeni binyılın ilk onyılında bayrağı esasen gerici partilere devrettiler. Bu süreçte yaratıcı kent, gittikçe daha da baskıcı bir kente dönüşüyor. Terör tehditleri, şiddet eğilimli psikopat vakalarıyla birleşerek, yeni bir rejimin tesisine katkıda bulunuyor.  Neoliberal ve yeni-milliyetçi güçler, seleflerinden miras kalan stratejik yöntemleri daha da geliştirmek için el ele veriyor. Ama bu sefer havalı retoriği değil, otoriter gücü temel alıyorlar.

Peki bu yaratıcı-baskıcı kentte sanatçılar ne yapabilir? Daha önce söylediğimiz gibi, onların da birer yaratıcı girişimci olması gerekiyor; yani dikkafalı olup “dert çıkarmak” yerine, yapıcı düşünceler geliştirip sorunları çözmeye katkıda bulunmalılar. Sanatçı, sitüasyonistlerin kentinde olduğu gibi bir devrimci değil artık, bir “gerçekçi”, her şeyden önce de bir pragmatist.

Topluluk temelli sanat yine büyük rağbet görüyor. Üçüncü-yol siyasetçileri de muhafazakârlar da, kendi neoliberal politikalarının sebep olduğu sorunları masrafsızca çözmeye gönüllü sanatçılara destek olmaktan gayet memnunlar. Toplum merkezleri, küçük okullar ve tıbbi tesisler kriz ve verimlilik görüntüsü altında darmadağın edilirken, toplumsal dokudaki çatlakları onarmak için sanatçılar devreye girebilir. Ve iyi niyetli sanatçılar bunu yaparken çoğunlukla, kendi temsil ettikleri açık kent fikrini değil, Sennett’ın içine kapalı cemaat/camialarındaki aynılık hissini pekiştiriyorlar.

Ama bu görevlendirilmiş sanatçı başka bir işlevi de yerine getirebilir: Kenti, az çok fallosantrik bir estetik aracılığıyla başka kentlerden ayırmayı hedefleyen daha geniş, hatta stratejik bir pazarlama planının parçası olabilir. Dünün katedralinin yerini bugünün grotesk müze mimarisinin, megalomanyak ışık şenliklerinin ve seyirlik sirk numaralarının alması tasarlanıyor. Yaratıcı-baskıcı şehir, her şeyden önce turistik bir şehir; kamusal alanı da, sanatçı, bağımsız küratör, sanat programcısı kılığındaki tur operatörleriyle, tüketici-dostu bir alışveriş üssü. İyi pazarlanmış ve düzenlenmiş bu yaratıcı imaj, artan toplumsal eşitsizliğin, etnik ve dinî çatışmaların yarattığı karmaşanın üzerini örtmeye yararken, şiddet patlamaları sinsi, baskıcı –ve kimi zaman biyopolitik– yaklaşımla bastırılmaya çalışılıyor.

Yaratıcı-baskıcı şehrin, mekânlaşmış kentsel dokuyu bu stratejik politikayla daha ne kadar süre kontrol altında tutabileceği bilinmez. Uzun vadede şehir, şiddet damarını zaptetmeyi başaracak, ve böylece yaratıcı-girişimci de kamusal alanı şenlendirmeye devam mı edecek? Yoksa, yaratıcı ama her yönüyle akılcı biçimde hesaplanmış ve kuşatılmış şehir, günün birinde kontrolden tamamen mi çıkacak?

 

Pascal Gielen’in “Performing the Common City: On the Crossroads of Art, Politics and Public Life” adlı makalesinin “The Creative City” başlığını taşıyan kısmından seçilmiş pasajların çevirisidir, Interrupting the City içinde, ed. Sander Bax, Pascal Gielen, Bram Ieven (Amsterdam: Valiz, 2015) s. 284-88.

yaratıcı endüstriler