“Alien” ve “Blade Runner”: Biyo-Kapitalizmin Başlangıcı

Aşağıdaki metin, Vanni Codeluppi’nin “The Integrated Spectacle: Towards Aesthetic Capitalism” başlıklı yazısının ikinci bölümünden kısaltılarak çevrilmiştir, The Spectacle 2.0: Reading Debord in the Context of Digital Capitalism kitabı içinde, ed. M. Briziarelli ve E. Armano (Londra: University of Westminster Press, 2017). Metnin diğer bölümlerinin çevirisi de önümüzdeki günlerde yayınlanacaktır. Creative Commons lisanslı kitabın İngilizcesi için bkz. the-spectacle-20.pdf

 

 

1979’da gösterime giren, Ridley Scott’ın yönettiği Alien filmi pek çok açıdan çığır açıcı bir filmdi. Filmde o dönemin izleyicilerini muhtemelen en çok etkileyen şey, hikâyedeki kahramanlar için hiçbir çıkış yolunun olmamasıydı: Vahşi ve dehşet saçan bir canavarın bulunduğu bir uzay gemisinde kısılıp kalmışlardı. Canavar-uzaylı, gemiye dışardan gelmiş gibi görünse de büyük ölçüde sınıflanamaz bir varlıktı, çünkü kendine ait bir neliği veya sınırları yoktu, içine girdiği bedenlerin şeklini alıyordu. Tam da bu sebeple, daha önceki bilim-kurgu filmlerinden farklı olarak Alien’ın izleyicileri, canavarın hakikaten uzay gemisinin kendi içinden türeyip türemediği konusunda, yani tam anlamıyla bir Öteki veya yabancı varlık olup olmadığı konusunda muallakta bırakılmıştı. Film sonuç olarak, insanın Öteki zannettiğinin aniden kendisiyle bir olduğunu anladığında yaşadığı şok duygusunu kullanmıştı.

Ridley Scott, Alien’dan birkaç yıl sonra Blade Runner’ı (1982) çekti. Film, özellikle yapımında gösterilen biçimsel titizlikten ötürü sayısız değerlendirmeye vesile oldu; ama gördüğü ilginin bir sebebi de, mimari unsurların, eşyaların, nesne ve göstergelerin farklı dönemleri ve farklı ifade tarzlarını büyük bir serbestlikle iç içe geçirdiği tipik postmodern estetik beğeniye uygun bir atmosfer yaratmış olmasıydı.

 

 

Ancak, Blade Runner’ın uyandırdığı bu büyük ilginin esas kaynağı, David Harvey’nin dikkat çektiği gibi, filmdeki olayların merkezinde replikaların bulunmasıydı: sadece dört yıl ömürleri olan, ama bu kısa sürede çok hararetli bir yaşam süren androidler:

 

Replikalar, Jameson’ın, Deleuze ile Guattari’nin ve daha başka düşünürlerin postmodern yaşamda kilit yer tuttuğunu öne sürdükleri o şizofrenik zaman hızı içinde yaşarlar. Ayrıca, geniş bir mekân aralığında akışkanlıkla hareket edebildikleri için muazzam bir deneyim birikimine sahip olurlar. Replika karakteri, pek çok açıdan, ânında küresel iletişimin zamanına ve mekânına uygun düşer.[1]

 

Diğer bir deyişle replikalar, teknolojinin bireysel öznellik alanına giderek daha fazla yayıldığı ileri kapitalizm aşamasına damgasını vuran zaman-mekân sıkışmasına denk düşerler. Bu aşamada sermaye küresel hale gelmiş, yerel topluluk ve bölgelerin özgül ihtiyaçlarına kayıtsızlaşmıştır. Filmde, replikaların inşa edilmesinde kullanılan işlemlerin post-Fordist üretimin tipik özelliğini sergilemesi tesadüf değildir: yani, farklı uzmanlara ve farklı bölgelere tashih edilmiş çalışma süreçlerinin dışsallaştırılıp bölümlere ayrılmasına dayanan işlemler. Örneğin, replikaların incelikli bir teknolojiyle yapılan gözleri, Doğulu bir göçmenin bodrumunda, pek de hijyenik denemeyecek koşullarda üretilir – günümüzde büyük markalara ait ileri teknoloji ürünlerinin çoğunun üretildiği yerleri andırır burası.[2]




Blade Runner’ı kapitalizmin evrimindeki mevcut aşamayla bu kadar uyumlu hale getiren asıl özelliği ise, kent hayatıyla ilgili çizdiği karanlık ve kasvetli tablodur. Geleceğin metropolü, son derece tehlikeli, insanın güç bela hayatta kalmaktan ötesini düşünemeyeceği sarsıcı bir kâbus gibi tasvir edilir. Blade Runner’da, pozitif bir toplum modeli fikrine ve umuduna yer yoktur. Bireyler içine düştükleri topluma hapsolmuşlardır – derin bir kriz yaşayan, bugünü geçmişe ve geleceğe bağlayacak zamansal dinamiği kaybetmiş bir toplum.

Burada da tehlike, tıpkı Alien’da olduğu gibi, Öteki’nde gizlidir – yabancı veya farklı varlıkta. Ama Öteki artık aynen bizim gibidir, her açıdan aynen bize benzeyen bir replikadır. Bu nedenle artık kendi türümüze de güvenemeyiz; tam tersine, bu özneler bizden ayırt edilebilir olmadıkları için daha da tehlikelidirler. Blade Runner’ın “yönetmenin kurgusu” adı altında 1992’de gösterime giren yeniden montajlanmış versiyonunda, Harrison Ford’un canlandırdığı ve replikaları yakalamakla görevlendirilmiş başkahmaran Rick Deckard’ın kendisinin de bir replika olduğunun ima edilmesiyle bu durum olanca açıklığıyla ortaya çıkar. Artık Öteki’nin – savaşılması gereken düşmanın– gerçekte kim olduğunu tanımlamak ve onun üzerinde bir şekilde denetim kurmak imkânsızdır. Sonuçta insanlar için, tehlikenin her köşe başında pusuda beklediği, baş edilmesi imkânsız genel bir tehdidin her yere yayıldığı bir yaşam koşulu ortaya çıkar.

Blade Runner ve Alien, yoğun sanayileşme döneminde Batı toplumlarının ayırt edici özelliği olan, 1950’lerden sonra gelişmiş ortak toplumsal dokunun dağılışının hikâyesidir. Gianni Canova’nın dediği gibi:

Neo-kapitalist iyimserlik havası o kısacık ömrünü doldurunca; her ihtiyacı karşılayıp her farklılığı silmeye veya örtmeye kadir bir teknolojik akıl sayesinde her türlü Ötekiliğin soğurulabileceği yanılsaması çökünce, Batı’nın hayal gücü, daha 1960’ların ikinci yarısında, “bertaraf edilenin” ani ve şiddetli “geri dönüşü”nü yeniden keşfetti: Öteki, geçen onyılın çatışmalarıyla sarsılıp zayıf düşmüş, yabancılığa dair azap verici korkuları kendi üstünde toplamış bir ratio kabuğunun altından, bir şok etkisiyle yeniden ortaya çıkıverdi. [3]

 

Blade Runner ve Alien, insan aklının artık Öteki karşısında aciz olduğu gerçeğini gösterir. Ama asıl ışık tuttukları şey, dünyayı kendi iradesi doğrultusunda yorumlama ve biçimlendirme yetisine sahip bir özne olarak Batılı insanın girdiği krizdir. Önceden, insanın görme edimine, bir bilgi edinme edimi olarak, dolayısıyla gerçeklik üzerinde hâkimiyet kurma edimi olarak bakılırdı, ama artık gözün gördüğüne güvenilemez. Blade Runner’ın başında, faltaşı gibi açılmış ve gece vakti Los Angeles’ı saran alevleri yansıtan mavi bir gözün tam ekran görüntüsüyle karşılaşmamız tesadüf değildir. Bu bir nevi “ayna-göz”dür: dış gerçekliği yansıtmaktan başka bir şey yapmayan, ve o gerçeklik üzerinde etkide bulunma yeteneğine sahip bir özneye ait olmayan bir göz. Modernlik, insanlara dünya üzerinde egemenlik kurabilecekleri bir bakış noktası sağlayan perspektifin icadıyla birlikte Rönesans’tan  doğduysa, günümüzün postmodern dünyasında hâkim eğilim, göz ile gözün baktığı gerçeklik arasında –özne ile bakılan nesne arasında– ayrım kalmamasıdır. Blade Runner’ın başında gördüğümüz replika gözü, insan öznesinin yaşamakta olduğu vahim krizin açık bir metaforudur. 

 

Alien ve Blade Runner gibi filmler, ama onlar kadar John Carpenter’ın The Thing (1982), David Cronenberg’ün Videodrome (1983) ve James Cameron’ın Terminator (1984) filmleri, Batı’da 1970’li yıllara damgasını vuran köklü değişim döneminin neticeleri olarak görülebilir. Bu dönem, kapitalizmin evrimindeki yeni bir aşamayı başlatmıştır: “biyo-kapitalizm” aşaması.[4] Batı toplumları hiç kuşkusuz  20. yüzyılda birkaç yoğun değişim döneminden geçmiştir. Bu açıdan örneğin 1920’lerle 1930’ları düşünmek yeterli. Ama nihayetinde Batı dünyasının ekonomik ve toplumsal yapısını temelden değiştiren en köklü değişikliklerin 1970’lerde yaşandığı söylenebilir. Mimarlık eleştirmeni Charles Jencks’in,[5] modernlikten postmodernliğe geçişi 1970’lere, daha kesin söylemek gerekirse 1972 yılına tarihlendirmesi anlamlıdır: Le Corbusier’nin tasavvur ettiği “yaşama makinesi” olarak evin son derece etkili bir versiyonu olan Missouri’deki Pruitt-Igoe konutlarının yıkıldığı tarihtir bu. Dolayısıyla 1970’ler, sonradan yaşanan pek çok toplumsal değişimin kökenlerini barındırması bakımından, dikkatle incelenmelidir.

 



[1] David Harvey, The Condition of Postmodernity: An Enquiry into the Ori­gins of Cultural Change (Oxford: Blackwell, 1990) s. 309.

[2] Naomi Klein, No Logo (New York: Picador, 2010).

[3] Gianni Canova, L’alieno e il pipistrello: La crisi della forma nel cinema contemporaneo (Milano: Bompiani, 2000) s. 97.

[4] Vanni Codeluppi, Il biocapitalismo: Verso lo sfruttamento integrale di corpi, cervelli ed emozioni (Torino: Bollati Boringhieri, 2008).

[5] Jencks, Charles, The Language of Post-Modern Architecture (Londra: Academy, 1977).