Seyfi Aşuroğlu’nu Neden Tanımıyorduk?

Bauhaus Dessau, sol alt köşede Seyfi Halil Bey, Kaynak: Student Life - ariehsharon

 

Seyfi Aşuroğlu, 1902 yılında doğmuş, belki İstanbul’da, belki Almanya’da bir okulda mimarlık eğitimi almaya başlamış, 1926 yılında ise Bauhaus öğrencisi olmuştu. 1929 yılında mezun olduktan sonra bir süre daha Almanya’da yaşadıktan sonra ülkesine dönmüş ve erken Cumhuriyet döneminin yurtdışında okuyup geri dönen pek çok figürü gibi ideallerine sıkı sıkıya bağlı bir şekilde ömrünü ucuz mesken meselesine vakfetmişti. “Her Türk ailesi bir ev sahibi olmalı” düsturuyla yola çıkmış, ancak muhtemelen savaş döneminin zorlu ekonomik koşulları, verimli biçimde çalışmasını engellemişti. Yapı kooperatifi sisteminin ülkede yerleşmesi ve Aşuroğlu’nun projelerini hızla hayata geçirebilmesi ancak 1950’li yıllardan itibaren mümkün olmuştu. 

Peki, Bauhaus mezunu Türk bir mimar vardı ve biz onu neden bu zamana kadar tanımamıştık? Böyle bir öğrencinin varlığını öğrendiğimden beri zihnimi kurcalayan soru buydu. Bunca erken Cumhuriyet dönemi ve mimarlık tarihi çalışmasının arasında Seyfi Aşuroğlu’nun adı neden yoktu? Bu soruya çok kesin bir cevap vermek zor; ancak fikir yürüterek nedenlerini tartışmaya açmak mümkün. Sanıyorum bu cevabı ararken üzerinde durulması gereken başlıca iki nokta var: İlki mezun olduğu okulun kendi dönemi içerisinde nasıl bir yeri olduğu. İkincisi ise Aşuroğlu’nun projeleri ve bu konutları kimlere yaptığı. 

Her şeyden önce Bauhaus yeniydi, alışılagelmiş olanın dışında bir eğitim modelini ortaya koyuyordu. İlk olarak Weimar’da Henry van de Velde’nin temellerini attığı kurum daha sonra Walter Gropius’un göreve gelmesi ve Weimar Güzel Sanatlar Akademisi ve Uygulamalı Sanatlar Okulu’nu biraraya getirmesiyle şekillenmeye başlamıştı. İngiltere’de John Ruskin ve William Morris’in “Arts and Crafts”ından aldığı ilhamı, modern çağın teknolojik olanaklarıyla bir araya getiriyor ve sanat-tasarım birlikteliğini seri üretimle buluşturarak halka ulaştırmayı amaçlıyordu. Bunu yaparken de gesamtkunstwerk, yani bütüncül sanat anlayışını benimsiyordu. Tüm bunlar Bauhaus’u sanat eğitiminde geleneği temsil eden akademilerin karşısında konumlandırıyordu. 

Öte yandan Batılılaşma sürecinin geç Osmanlı’sında tamamen Batı’daki sistem ve özellikle L'École Nationale Supérieure des Beaux-Arts de Paris (Paris Güzel Sanatlar Akademisi) örnek alınarak bir Sanayi-i Nefise Mektebi kuruluyor ve mimarlık şubesinin başına da yine Paris Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun Alexandre Vallaury getiriliyordu. Aynı tarihlerde temelleri atılan bir diğer kurum, Hendese-i Mülkiye ise mühendis yetiştirmesi için yine Paris’te bulunan École Nationale des Ponts et Chaussées (Köprü ve Yol Mektebi) model alınarak kurulmuştu. Cumhuriyet’in ilanından sonra Sanayi-i Nefise Mektebi, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi; Hendese-i Mülkiye Mektebi ise Yüksek Mühendis Mektebi ismini almış, mimarlık ve mühendislik eğitiminde ülkenin başlıca kurumları olarak eğitim vermeye devam etmişlerdi.

Bu iki kurum da İstanbul’da 19. yüzyılın son çeyreğinde kurulmuştu; 20. yüzyılın ilk çeyreğinde kadroları, şubeleri ve müfredatları daha hala şekillenme aşamasındaydı. Tam da bu esnada, savaşın bitiminden bir sene sonra 1919’da kurulan Bauhaus Avrupa için yeni olduğu kadar, bu Osmanlı kurumlarına da “yabancı” olmalıydı. Çünkü burada hâlâ “yeni” olan bir Güzel Sanatlar Akademisi eğitimi tesis edilirken Bauhaus bu geleneğin dışında, modern çağın yeni sanat ve mimarlık eğitimini vadediyordu. 

Aşuroğlu’yla aynı kuşaktan olup yurtdışına giden mimarların da hep benzer çevrelerden geçtiklerini görürüz. 1908 doğumlu Sedad Hakkı Eldem, Sanayi-i Nefise’den mezun olduktan sonra Avrupa’ya gider; Auguste Perret, Le Corbusier, Hermann Jansen ve Hans Poelzig’in yanında çalışır. 1904 doğumlu Seyfi Arkan, Sanayi-i Nefise’yi bitirdikten sonra –buradaki hocası da Paris Güzel Sanatlar Akademisi Mezunu Vedat (Tek) Bey’dir– Charlottenburg Teknik Üniversitesi ve Berlin Yüksek Teknik Okulu’nda okuduğu dönemde Hans Poelzig’in öğrencisi olur. Yine aynı kuşaktan Burhan Arif, Sanayi-i Nefise sonrası Avrupa’da Le Corbusier ve Auguste Perret ile çalışır. Akademi ve Teknik Üniversite’den yetişen ve Almanya ile Fransa’nın belli başlı mimarlarıyla çalışan bu Türk mimarlar daha sonra buradaki mimarlık kanonunu oluşturacaklardır. Bauhaus’un adı dahi pek anılmazken buradan mezun bir mimarın bu kanonda kendine yer bulabilmesi mümkün olamamıştır. Nitekim 1931’de, Bauhaus eğitim hayatına devam ederken yayımlanmaya başlayan, Türkiye’nin ilk mimarlık yayın organı Arkitekt dergisinde dahi içinde “Bauhaus” kelimesi geçen bir haber ancak 1938 yılında yayımlanmıştı ve bu Adnan Kolatan’ın çevirdiği bir Bruno Taut metniydi. Aşuroğlu’nun okuduğu okul, bizim daha yeni öğrendiğimiz geleneğin dışındaydı ve bu onu erken Cumhuriyet dönemi mimarlık tarihi anlatısının dışında bırakmış olabilirdi. Zira kendisi de yazıları ve röportajlarında Bauhaus yıllarından bahsederken hiçbir zaman okulun ismini kullanmıyor, “Almanya’da tahsilde olduğu dönemlerden” bahsediyordu. Çok yüksek ihtimalle Aşuroğlu’nun çağdaşlarının Bauhaus’a bakışı, bugünün modern mimarlık meraklılarının hayranlık dolu bakışlarından epey farklıydı. Keza Türkiye’de Bauhaus anlayışının bir benzerini uygulayan bir okulun kurulması, ancak 1957 yılında Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nun açılmasıyla mümkün olacaktı; okulun kuruluşunda danışman olarak görevlendirilen Adolf Schneck ise Bauhaus’la doğrudan ilintisi olmayan bir Deutscher Werkbund üyesiydi. 

Seyfi Aşuroğlu’nu modern Cumhuriyet mimarlığı tarih anlatısının dışında bırakan bir diğer unsur da, daha önce de dediğim gibi inşa ettiği evler ve bu evlerin alıcı kitlesi. Zira az önce bahsettiğim, döneminin “yıldız” mimarlarının projelerine ve onlara bu projeleri yaptıran kişilere Arkitekt üzerinden büyük ölçüde ulaşabiliyoruz. Derginin sayıları, Seyfi Arkan’ın Doktor İhsan Sami (Garan) için Suadiye’de yaptığı ev,[1] Sedad Hakkı Eldem’in Taksim’deki projesi Ceylân Apartımanı,[2] Beylerbeyinde Bir Yalı[3] –ki bu yalı Ayaşlı Yalısı olarak bilinir–, Mimar Nazif’in Feneryolu’nda Mühendis Ata Bey Evi,[4] Rebii Gorbon’un Kalamış’ta Cemil Filmer için yaptığı ev[5] gibi projelerin haberleriyle doludur. Bu evler Teşvikiye, Maçka, Taksim, Şişli, Feneryolu, Kalamış, Suadiye gibi kentin kalburüstü tabakasının yaşadığı yerlerde, bu mimarlara proje siparişi verebilecek maddi imkâna sahip erken Cumhuriyet döneminin eliti için inşa edilmişlerdir ve her bir proje bu siparişi veren şahsın adıyla anılır. Bahsi geçen ev veya villa, o kişi için özel tasarlanmıştır ve tektir. 

Öte yandan Seyfi Aşuroğlu kişiye özel tek evler yapmayı tercih etmedi; çünkü böyle bir mimarlık anlayışı muhtemelen onun idealleriyle örtüşmüyordu. Onun gittiği okulda Walter Gropius sosyal konutların seri üretimi üzerine düşünüyor, hocası Hannes Meyer ise mimarlığın toplum için, daima toplum yararına olması gerektiğini söylüyordu. Aşuroğlu da kariyerini böyle inşa etti; onun yaptığı evlerin, sahipleriyle anılan isimleri yoktu; çünkü gerekli düzenlemelerle her gelir grubundan insanın ev sahibi olma fırsatını hak ettiğine inanıyordu. Projelerini belirli bir zümreye yönelik değil, toplumun çoğunluğunu oluşturan, çalışan, geçim sıkıntısı çeken, kirasını ödemekte zorlanan “halka” yönelik yapmayı hedefliyordu. Sıhhi, az katlı, bahçeli evlerde yaşamanın toplum refahını da beraberinde getireceği düşüncesindeydi. Üstelik yaptığı konutlar Şişli’de değil, Mecidiyeköy’deydi, bölgenin kalabalıklaşmasıyla artan mesken ihtiyacını karşılamaya yönelikti. Beylerbeyi, Kandilli’de değil, Paşabahçe’deydi çünkü Cam Fabrikası’nın açılmasıyla bölgede önemli nüfus artışı olmuştu. Benzer biçimde Arpaemini mahallesinde ucuz sosyal konutlar inşa etmişti. Yaptığı evler kitlesel bir ihtiyacı karşılamaya yönelik olduğu için de “tek” değildi, birbirinin aynısı sıra evlerdi ve muhtemelen bu, dönemin mimarlık yayınları için yeterince ilgi çekici değildi; bu nedenle mimarlık haberlerinde değil, kooperatifçilikle ilgili haberlerde ismine rastlanabiliyordu.

Aslında Seyfi Aşuroğlu tam olarak Bauhaus anlayışını yansıtan bir kariyer inşa etmişti. Günümüz mimarlık tarihi yazımında sıklıkla Seyfi Arkan’ın Florya Atatürk Deniz Köşkü’nün veya Şevki Balmumcu’nun Ankara Sergi Evi’nin Bauhaus “tarzını” yansıtan yapılar olduğu fikriyle sıklıkla karşılaşıyoruz, ki bu bence fazlasıyla biçime dayalı bir okuma. Bauhaus’ta öğrenciler kooperatifçilik dersleri görüyorlar, dönemin mesken krizinde sosyal konut ihtiyacının nasıl çözülebileceğine dair çözüm arayan hocalarından ders alıyorlar ve bizzat hocalarının projelerinde görev alıyorlardı. Kısacası, Bauhaus’un öğrettiği, formdan öte, mimarlık eğitimi alan öğrencileri meslekleriyle toplumun konut ihtiyacını karşılamaya yönlendiren bir mimarlık eğitimiydi, Seyfi Aşuroğlu da ülkesine dönüşünden ölümüne kadar tam da bu öğrendiklerini uygulamıştı. 

 



[1] Seyfettin Erkan, “Dr. İhsan Sami Evi”, Arkitekt, Cilt: 1934, Sayı: 1934-12 (48), s. 335-338.

[2] Sedat Hakkı, “Ceylân Apartmanı”, Arkitekt, Cilt: 1933, Sayı: 1933-11 (35), s. 331-346.

[3] Sedat Hakkı Eldem, “Beylerbeyinde Bir Yalı”, Arkitekt, Cilt: 1938, Sayı: 1938-08 (92), s. 213-217.

[4] Mimar Nazif, “Mühendis Ata Bey Evi”, Arkitekt, Cilt: 1932, Sayı: 1932-09 (21), s. 253-254.

[5] Y. Mimar Rebîi Gorbon, “B. Cemil Filmer Evi”, Arkitekt, Cilt: 1938, Sayı: 1938-12 (96), s. 327-330. 

skopdergi 23