Noah Fischer’la Söyleşi

 

Occupy Museums’un [Müzeleri İşgal Et] çekirdek kadrosundan biri olarak bu hareketin nasıl ve ne zaman doğduğunu anlatabilir misiniz?
Occupy Museums, New York’taki Zuccoti Park işgal edildikten yaklaşık bir ay sonra, 19 Ekim 2011’de yazdığım bir manifestoyla başladı. İlk gününden itibaren işgal hareketinin içindeydim ve o sıralarda esasen parkın sesini dışarıya duyurmakla meşguldüm. Şehrin geniş metro ağında propaganda malzemesi dağıtmaya yoğunlaşmıştım. O sıralarda, harekete katılan sanatçılar (ki sayıca epey çoklardı) nasıl bir pozisyon almak gerektiğini tartışıyorlardı; Sanat ve Kültür Çalışma grubu çoktan Halk Meclisi’nin önemli unsurlarından biri haline gelmişti bile. Müzeleri, sanat dünyasını yöneten sembolik iktidar olarak görüp hedef almak gerektiğini düşünüyordum; sonuçta onlar da Occupy hareketinin mücadele ettiği kapitalist eşitsizlik tablosunun önemli unsurlarından biriydi. Mütevelli heyetleri ve şirket sponsorlukları bu bağlantının sinyallerini veriyordu. Müzeleri hedef alan bir hareketin, Occupy ruhunun kendini sürdürmesi için yeni ve daha kalıcı bir ortam sağlayabileceğini düşündüm. Benim gibi düşünen başkaları da vardı. Bunun, sanat dünyasının estetik sevdasına ve %1’in entelektüel beğenilerinin hâkimiyetine son verebileceği de aklımdan geçti. Söz konusu manifesto, “%1’in yönettiği kültürel elitizm mabetlerinin oluşturduğu saadet zincirlerinin perde arkasını gördük. Artık biz, %99’un içindeki sanatçılar, sahte bir benzersizlik söylencesine dayanan ve sırf elitlerin en elitinin cebi para dolsun diye bireysel dehayı göklere çıkaran propagandalarla beslenen bu yozlaşmış hiyerarşik sistemi kabullenme zaafına düşmeyeceğiz”[1] sözleriyle başlıyordu. Yakın zamanda, sanatın sorgusuz sualsiz sermayeyle özdeşleştirilmesine şahit olduk. Müzelerin mütevelli heyeti üyeleri, deste deste borç toplar gibi topladıkları sanatçıların (ölü ya da diri, fark etmez) sergilerini açıyorlar. Müzeler sırf bu sanatçıların piyasa değerini yükseltebilmek için sergiler düzenliyor.

Bu manifesto, Occupy Wall Street hareketine katılan insanları bazı önemli New York müzelerinin önünde ve içinde toplanacak genel meclislere katılmaya çağırıyordu. İlk eylem gerçekleşmeden bile, bu çağrı üzerine bir grup insan biraraya toplandı. Nihayetinde, daha fazla eylem planlamamızı ve Sotheby’s lokavtına karşı mücadele eden Teamsters Sendikası başta olmak üzere bir sürü grupla farklı meseleler etrafında işbirliği yapmamızı sağlayan, yatay işleyen kolektif bir süreç başlattık. Geçen zaman içinde üye kompozisyonunda değişiklikler yaşandı; şu an geldiğimiz noktada 5 kişilik bir çekirdek kadromuz var.

 

Noah Fischer, Occupy Museums hareketiyle MoMA eyleminde

 

Occupy Museums kendini %99’un bir parçası olarak tanımlıyor. %99’un müzelerden beklentisi nedir?
Occupy Museums hiçbir zaman belirli bir amaca yönelik kampanyalar yürüten, STK tadında bir baskı grubu olmadı. Biz daha ziyade, farklı meseleler ve mücadeleler arasında bağlantılar kurmak amacıyla kültür alanında yeni hareketler ve politikalar üreten bir grubuz.

Öncelikle sorunu tespit etmek gerekiyor. Müzelerin, %99 ekonomik anlamda can çekişirken bile büyümeye devam eden (ve bu anlamda günümüzdeki eşitsizliğin boyutlarını apaçık ortaya seren) sanat piyasasının en tepesinde önemli bir rol oynadıklarını görüyoruz. Müzelerin mütevelli heyetlerinde bol bol hedge fon yöneticisine ve Porto Riko ve Arjantin gibi ülkelerden borç toplamakta meşgul türlü türlü vurguncuya rastlıyoruz. Bunlar yetmezmiş gibi, bir de müzeler fosil yakıt endüstrisi tarafından sponsor ediliyorlar. Hem müsrif genişleme hamleleri dolayısıyla hem de mütevellilerin iş ilişkilerinden ötürü gayri menkul/mutenalaştırma piyasasıyla sıkı fıkı ilişkiler içindeler. Son olarak da, Abu Dhabi Guggenheim ve Louvre örneklerinde gördüğümüz gibi, en beter, en kirli işgücü uygulamalarında parmakları var.  Bütün bu saydıklarımız halihazırda içinde bulunduğumuz tarihsel ânın sorunları, ve bazı müzeler bu sorunları katmerlendirmekle kalmıyor bir de normalleştiriyor. Eylemlerimizle bu kirli bağlantıları gün yüzüne çıkarmayı ve finansman yapılarını ve davranışlarını değiştirmeleri için müzeler üzerinde baskı kurmayı hedefliyoruz. Statükonun tüm imkânlarını tüketmesini; kendini sürdüremez hale gelmesini istiyoruz.

Arap Baharı dünya genelinde bir protesto/işgal dalgası başlattı. Dünyanın her yerinde zincirleme reaksiyon misali birbirinden etkilenen protesto hareketleri boy gösterdi. Gezi Parkı protestolarının bile peşi sıra patlak veren bu hareketlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Occupy Museums’un, müzeleri ve sanat kurumlarını hedef alan diğer hareketleri tetiklediğini düşünüyor musunuz?
Occupy Museums, 2011 bağlamında doğrudan eylem taktiklerini ve yatay örgütlenmeyi çarpıcı bir seviyeye çıkaran ilk gruplardan biriydi. Liberate Tate de eylemlerine o sıralarda başlamıştı. Gulf Labor boykotunun başlangıcı da aşağı yukarı bu döneme denk gelir sanırım; fakat o sıralarda bu boykotun gerçek anlamda bir hareket niteliği taşıdığı söylenemez. Şimdiyse, müzeleri radikal politikanın mahalli olarak gören bir sürü grup var. Bienallerin ve müzelerin politikleşmesine şahit olduk; yıllardır böyle bir durumla karşılaşmamıştık. Bu taktikleri 2011’de biz icat ettik diyecek halimiz yok; Occupy Museums’dan önce Guerilla Girls, Guerilla Art Action Group, Art Workers’ Coalition vardı; Avrupa ve Güney Amerika’da bir sürü başka grup vardı. 

 


Noah Fischer tarafından Global Ultral Luxury Faction’ın (G.U.L.F.) Guggenheim eylemi için tasarlanan banknot

 

Gulf Labor ve Liberate Tate de dahil olmak üzere bir sürü oluşumla ittifak halindesiniz. Bu örgütlerin şimdiye kadarki kazanımları neler?
Gulf Labor, müze inşaatlarındaki çalışma koşullarıyla ilgili, bundan böyle hiçbir müzenin kolay kolay görmezden gelemeyeceği, titizlikle hazırlanmış bir dizi ilke ortaya koydu. Liberarate Tate ise son derece somut bir kazanıma imza attı: BP’yi Tate’in sponsor listesinden çıkarmayı başardı.

Occupy Museums 7. Berlin Bienali’nin katılımcılarından biriydi. Bundan dolayı pek çok eleştiri aldınız. Bienalden ne gibi beklentileriniz vardı?
Bazı şeyleri etraflıca düşünmektense doğrudan eleştirmek insanların kolayına geliyor . 7. Berlin Bienali’nde de olan buydu. Bu politik bir deneydi ve doğrusu “haddini aştı”; neoliberal müzeler aynı hataya bir daha düşüp eylemcilere plansız programsız kapılarını açmazlar diye düşünüyorum.

Hareket ağımızı ABD’nin ötesine taşımak için sanat kurumlarının elindeki kaynaklardan faydalanabileceğimizi düşündük. Bienale bu yüzen katıldık ve amacımıza ulaştık da. Polonya, Almanya ve Yunanistan’daki sanat kurumlarını politik eylemin odağına yerleştirdik; İspanya ve İtalya’daki ağlarla işbirliğine girdik. 7. Berlin Bienali’ne katılmasaydık bütün bunları o kadar kolay yapamayabilirdik. Kurumu içeriden dönüştürme konusunda da çok yol aldık (bir başka yazımda bunu “yataylaşma deneyi” olarak tarif etmiştim; bu deneyin yankılarına yakınlarda başka projelerde de rastladık).

Bu tekil bir örnek değil. Occupy eylemcileri aynı yıl gerçekleşen Documenta 13’e katıldılar. Gulf Labor, 56. Venedik Bienali’nde üç etkinlik ve bir müdahaleyle temsil edildi. Gulf  Labor koalisyonunun bileşenlerinden Who Builds Your Architecture? (WBYA?) ikinci İstanbul Tasarım Bienali’nin katılımcılarından biriydi. Bir müzeyi, bienali ya da sergiyi işgal ve protesto etmekle bu mekân ya da etkinliklere davet edilmek arasındaki fark nedir? Sizce, protestocular/işgalciler kurumlar tarafından açık açık işgale davet edildiğinde protesto anlamını yitiriyor mu?
Kurumun dışından, kuruma yönelik eylemler gerçekleştirdiğinizde kurumlar tarafından temsil edilen iktidar yapılarına karşı açık ve net politik argümanlar geliştirmek çok daha kolay oluyor. Bir başka deyişle; semboller yerli yerine oturuyor: halka karşı iktidar... Bu tarz eylemler daha ziyade haklarında yapılan gazete haberleri yoluyla halka ulaşıyor. İçeriye davet edildiğinizde ise, kendinizi, eleştirdiğiniz kuruma geçici bir süreyle atanmış bir elçi olarak düşünmelisiniz. Kurumun işleyişine ve politikalarına meydan okumak için bu konumdan faydalanmak daha akıllıca olacaktır. Ayrıca davete icabet ettiğinizde, dışarıdakilerden ziyade içeridekilere kulak asmaya meyilli olan sanat seyircilerine ulaşma şansınız daha yüksek oluyor. Başka taktikler denemek de mümkün; mesela davet edildiğiniz kurumun çatısı altından bir başka kuruma saldırabilirsiniz.

Müze ziyaretçileri protestolarınıza nasıl tepki veriyor? Protesto hareketlerinin ana kadrosu sanatçı, eylemci ve yazarlardan oluşuyor. Bu çekirdek kadroyla müzelere karşı kamuoyu oluşturmak mümkün mü?
Protesto edilen konu insanlık onurunu yeterince ayaklar altına alıyorsa ve bu mesele eylemciler tarafından yeteri kadar açık bir şekilde ve üstüne basa basa ifade ediliyorsa (mesela, Abu Dhabi Guggenheim’daki emek sömürüsü), o zaman eylemlerle kamuoyunu etkilemek ve (devasa markalandırma makinelerine sahip olan) müzeleri yeniden markalandırmak mümkün oluyor. Bu arada, genel olarak müzelere karşı kamuoyu oluşturmak gibi bir derdimiz yok; bizim muhalefetimiz onların davranışlarına karşı.

Bir sanatçı olarak sanat kurumlarını karşına aldığında nasıl hissediyorsun? Bunu şundan soruyorum. Eğer İstanbul sanat camiasında bir yerin, bir geleceğin olsun istiyorsan kolay kolay sanat kurumlarını karşına alamazsın. İstanbul Bienali’nin sponsorluk ilişkileriyle ilgili birkaç protesto gerçekleşti gerçekleşmesine ama bunlar çok cılız protestolardı.
Bir sanatçı olarak hayatta en çok sevdiğim yer müzeler. Sanatın anlamını nasıl değiştirdikleri, işlerini nasıl gördükleri beni ilgilendiriyor çünkü sanat mirası beni yakından ilgilendiriyor ve çocukluğumdan bu yana müzelerden çok şey öğrendim. Tam da bu yüzden yanlış yaptıklarında müzelere meydan okumak gerektiğini düşünüyorum. Müzelerin kolonyal geçmişleri hakkında yeni şeyler öğrendiğimde müzeleri bu geçmişle yüzleşmeye zorlamak gerektiğini düşünüyorum. Bilbao Guggenheim’ın geçenlerde yaptığı gibi geçici işgücü kiralayabilmek için kadrolu çalışanlarını işten attıklarında veya politik ve toplumsal seçkinlerle ve onların piyasasıyla can ciğer kuzu sarması olup çoğunluğun tasalarından fazlasıyla uzak düştüklerinde yanlışlarını yüzlerine vurmak gerektiğini düşünüyorum. İktidarın güvencesi, insanların oto-sansür uygulaması ve hiçbir şeye ses çıkaramayacak kadar sinmeleridir. Sanat dünyasındaki sanatçılar çoğunlukla pastadan pay kapma ve tanıdık vasıtasıyla bir yerlere gelme beklentisinde olduklarında önemli konularda ağızlarını açamıyor; geri plana çekilmeyi yeğliyorlar. Bu geriye gitmek olmuyor mu? Sanatçı olmak demek kendini konuşmak için özgür bırakmak demektir. Sanat kendini dönüştürebilecek, kendine yeni bir bağlam oluşturabilecek kadar esnektir. İktidardakilerin kıçını yalamaya mecbur değildir. Belki de daha çok sanatçının, bir galerinin himayesine girip kişisel sergi açma hayallerinden vazgeçip lafını sakınmayan, kendinden emin vatandaşlar olmanın tadına varması gerekiyor. Bu, yalnızca kişisel başarı elde etmek değil, aynı zamanda daha kapsamlı bir toplumsal projenin parçası olmak isteyen sanatçılar için iyi bir rol.

 

Cihan Küçük'ün Noah Fischer'la 26 Ekim 2016 tarihinde e-posta üzerinden yaptığı söyleşi.

Noah Fischer 2011’de Occupy Wall Street Hareketi’nin içinden çıkmış olan doğrudan eylem grubu Occupy Museums’un kurucusudur. Fischer’ın solo ve ortak çalışmaya dayalı projeleri 7. Berlin Bienali, Venedik Bienali, ZKM Museum ve Varşova Çağdaş Sanat Müzesi’nde sergilenmiştir. Sotheby’s Art Handlers Union, Gulf Labor ve başka birçok grupla çalışıp MoMA, Frieze Sanat Fuarı, Guggenheim, Whitney Müzesi gibi kurumlara karşı eylemler planlamıştır. Coco Fusco’yla birlikte sanat topluluklarının sürdürülebilirliğini konu alan The Artist as Debtor platformunu kurmuştur. Stüdyo çalışmalarını New York, Brooklyn’de sürdürmektedir.



skopdergi10